ABD’nin Hegemonik Düşüşü Ve Kudüs Kararı

ABD bölgede hegemonik bir güç olmasına rağmen bu rolü hakkıyla oynama konusunda sıkıntılar mı yaşamaktadır? Yoksa ABD bölgede hegemonik bir güç olmaktan uzak ve nüfuzu da sallantıda olan bir devlet midir? Başka bir şekilde ifade edecek olursak, ABD-İsrail ikilisi böylesi bir karara, bölgede güçlerinin zirvesine çıktıkları için mi, yoksa bir düşüş yaşadıkları için mi imza attılar?

ABD Başkanı Donald J. Trump Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıdıklarını ve büyükelçiliklerini de bu şehre taşıyacaklarını açıkladı. ABD’nin tarihi olarak siyasetin rasyonalitesini zorlayan İsrail’e sunduğu kayıtsız şartsız destek göz önüne alındığında bu duruma pek de şaşırmamak gerekir. Ancak yine de birçok uzmanın varsaydığı gibi, ABD’den hegemonik bir güce yakışır şekilde bölgedeki tüm devletlere olabildiğince eşit mesafede durmasını ve kendini bölgedeki farklılaşmaların ötesinde konumlandırmasını içeren bir stratejiyi takip etmesi beklenirdi. Dolayısıyla, bu denli açık bir şekilde taraflardan bir taraf görüntüsü sergilemesine neden olan ABD’nin Kudüs hamlesi, hegemon bir devletin izlemesi gereken bir stratejiyle ters düşmektedir. Bu noktada şöyle bir ikilemle karşı karşıya kalıyoruz: ABD bölgede hegemonik bir güç olmasına rağmen bu rolü hakkıyla oynama konusunda sıkıntılar mı yaşamaktadır? Yoksa ABD bölgede hegemonik bir güç olmaktan uzak ve nüfuzu da sallantıda olan bir devlet midir? Başka bir şekilde ifade edecek olursak, ABD-İsrail ikilisi böylesi bir karara bölgede güçlerinin zirvesine çıktıkları için mi, yoksa bir düşüş yaşadıkları için mi imza attılar?

ABD’nin Kudüs hamlesini analiz edenler çoğunlukla birinci argümana sarıldı: ABD’yi hegemonik bir güç olarak kabul edip bu konuma yakışmayan “yanlış” bir siyaseti açıklamaya giriştiler. ABD’nin yanlışının nereden kaynaklandığı konusunda ise farklı görüşler ortaya atıldı.

Bazıları Trump’ın başkanlık koltuğunda oturuyor olması nedeniyle ABD’nin irrasyonel hareket ederek bu kararı aldığını iddia etti. Diğerleri ise Trump’ın iç politikada taciz suçlamaları ve Rusya’nın seçimlere müdahalesi gibi nedenlerle sıkıştığını, bunu aşmak için böyle radikal bir hamle yaptığını ileri sürdü. İç politika düzeyindeki açıklamalara alternatif olarak bu anomali halinin Ortadoğu bölgesinin iç dinamikleriyle açıklanması gerektiğini ileri sürenler ise Trump’ın hamlesinin bölgede Müslüman devletlerin ve halkların zayıflamış ve kendi sorunlarıyla meşgul olmasını fırsat bilerek yapılmış bir oldu-bitti olduğunu dile getirdi. Ortadoğu dinamiklerine endeksli bir diğer açıklama da ABD’nin bölgede yeni bir hegemonik hamle yaptığı, bu bağlamda Kudüs kararının Suudi Arabistan içerisindeki operasyonlardan, Katar’a uygulanan ablukadan, Lübnan Başbakanı’nın istifaya zorlanmasından ve Yemen’de artan şiddet olaylarından ayrı düşünülemeyeceği şeklindeydi. Trump yönetiminin İsrail lobisiyle yakın ilişkilerinin bir neticesi olarak ortaya çıkan İran karşıtlığı da hesaba katıldığında, ABD’nin Ortadoğu’da 1979’dan itibaren yürürlüğe koyduğu geleneksel bloklaşmayı canlandırmak istediği dillendirildi. Elbette Kudüs hamlesinin hegemonik bir gücün yapmak istemeyeceği bir hata olduğunun altı özenle çiziliyordu. Bazıları ise açıklama düzeyini uluslararası sisteme çekerek, ABD’nin son hamlesinin Rusya ve Çin gibi diğer büyük güçlere küresel çapta kimin “büyük birader” olduğunu ilan eden bir güç gösterisi olduğunu ileri sürdü.

Hegemonik ABD “yanlış” yapıyor argümanı üzerinden hareket edenler, yanlış bir zeminden hareket etmenin ötesinde, kendi iddialarının içerdiği zayıflıklar ve çelişkiler nedeniyle de sorun yaşadılar. Trump’ın mizacı gereği sert ve beklenmedik manevralar yaptığı bir gerçek, ancak bunu irrasyonellikle açıklamak, yani Trump’ın kendisinin ve ülkesinin çıkarlarını korumanın nasıl bir davranış tarzını gerektirdiğini bilmediğini ileri sürmek oldukça iddialıdır. Sonuçta karşımızda dünyanın en zor seçimlerinden birini kazanarak çok kritik bir göreve gelmiş bir siyasi aktör var. Trump’ın iç politikada sıkışmış olduğu iddiası da elbette reddedilemez ve belki de Trump dikkatleri başka bir tarafa çekmeye çalışıyor. Lakin Kudüs kararı, dikkatleri bir anda başka bir yöne çevrilmesine neden olacak ve ülkede tüm devlet kurum ve toplumsal aktörleri birleştirecek düzeyde bir öneme sahip değil. Bunun için, ülkeye direkt tehdit oluşturacak olağanüstü bir güvenlik ve savaş durumunun –mesela 11 Eylül düzeyinde bir terör saldırısı ya da Kuzey Kore’den ateşlenecek bir nükleer füze– varlığı gerekmektedir. Ayrıca, Trump’ın Kudüs kararı ABD içinde diğer tartışmaları bastıracak daha esaslı bir tartışmanın fitilini ateşlemekten ve büyük bir itirazla karşılaşmaktan da uzaktır. Her halükarda İsrail, “resmi” ABD’nin kırmızı çizgisidir ve buna karşı çıkmak oldukça risklidir.

Bölgedeki güç dengesizliği

Bölgedeki Müslüman devletlerin kendi sorunlarıyla meşgul olduğu ve İsrail’in büyük bir kazanım elde etmesi için şartların tam olarak hazır olduğu iddiası da ikna edici durmamak-tadır. Bölge ülkelerinin kendi iç sorunlarıyla fazlaca meşgul durumda oldukları karşı çıkılamaz bir hakikat, ancak böylesi bir karar için şartlar bundan birkaç yıl önce, DEAŞ’ın ilerlemesi sürerken ve bölgede karmaşanın zirve yaptığı noktada çok daha müsaitti. Irak ve Suriye gibi bazı ülkeler iç savaşla darmadağın iken, Türkiye, Katar gibi ülkeler yalnızlaşmanın zirve noktasını yaşıyordu ve ciddi bir kuşatma altındaydılar. İran ise bölgede kolayca nüfuz alanını genişletiyor olmanın verdiği zafer sarhoşluğuna kapılmıştı. Bunlara rağmen ABD Kudüs konusunda herhangi bir adım atmadı. Ayrıca, bölge ülkeleri meşgul olmasa bile, gösterdikleri tepkinin ne ölçüde etkili olacağı da ayrı bir soru işaretidir. ABD’nin kararına ciddi anlamda itiraz edecek olan ülkeler arasında maalesef sadece Türkiye ve İran’ı sayabiliriz. Gerçekçi olmak gerekirse, Türkiye ve İran da dâhil bölge ülkelerinin toplam askeri gücü ne yazık ki, bırakalım ABD’yi caydırmayı, nükleer bir güç olan İsrail’i bile caydıracak düzeyde değildir. İsrail başka bir nükleer güç –mesela Türkiye– tarafından sınırlandırılmış ve dengelenmiş olsaydı, bölgede bu kadar rahat ve sorumsuzca hareket edemezdi. Keza bölgede nükleer silahlara dayanan güç dengesizliği, İsrail’in sıkça bölgede istikrarı bozacak hamleler yapmasının başlıca nedenidir. Bu dengesizlik durumu değişmedikçe de bölgenin istikrarsızlığa gebe olduğu açık bir hakikattir.

ABD’nin Kudüs kararının Ortadoğu’ya yönelik yeni bir hegemonik hamle kapsamında değerlendirilmesi de benzer sorunları taşımaktadır. ABD’nin son dönemde bölgede İran’ı dengelemek için İsrail-Suudi Arabistan-Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) üçlüsünün öncülüğünde bir blok oluşturma çabasına açıktan destek verdiği ve bölgedeki diğer ülkeleri bu bloğun peşine takılmaya zorladığı herkes tarafından bilinmektedir. Ancak Kudüs hamlesinin bu amaca ne şekilde hizmet edeceği ise büyük bir soru işaretidir. Keza tehdit altındaki ülkeler “peşine takılma” stratejisi yerine “dengeleme” stratejisini seçebilirler. 13 Aralık Çarşamba günü Kudüs gündemiyle İstanbul’da olağanüstü toplanan İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) zirvesi, bölge devletlerinin dengeleme yönünde hareket edeceğinin ilk sinyallerini vermiştir. Zirvede Doğu Kudüs’ün 50’yi aşkın İTT mensubu devlet tarafından Filistin’in başkenti olarak kabul edilmesi bunun açık bir göstergesidir. Başka bir açıdan, Kudüs meselesinde İsrail’in karşısında yer almanın bölge ülkelerinin iç ve bölgesel meşruiyeti açısından oldukça kritik bir öneme sahip olduğu gerçeğini de unutmamak gerekir. Şayet bu radikal hamle, bölge ülkelerine hizaya geçmeleri için açıktan bir tehditse ve bu ülkeler bu tehdide boyun eğmek zorunda kalırsa, kurulmak istenen İran-karşıtı bloğu oluşturacak devletlerin zayıflatılmasından başka bir işe de yaramayacaktır. Bu da bloğun zayıf kalması ve ABD’nin kendi ayağına sıkmasından öte bir anlam taşımayacaktır.

Çin’e güç gösterisi mi?

ABD’nin Rusya ve Çin’e güç gösterisi yaptığı argümanı da oldukça sorunlu gözükmektedir. Kudüs meselesinde bu ülkelerin pozisyonlarının ABD’den çok farklı olması duru-munda, yani bu ülkeler için Kudüs’ün sembolik ve stratejik öneminin yüksek olması halinde bu iddia açıklayıcı olabilir. Şu ana kadar Çin İİT’nin Kudüs kararını benimsediklerini açıklasa da Rusya ABD’ye karşı direnç göstermekten uzak bir tavır sergiledi. Ayrıca, ABD’nin bu hamlesi bölgede küresel rakiplerine alan açmakla, özellikle Türkiye ve İran’ı Rusya’ya daha da yaklaştırmakla sonuçlanması oldukça muhtemeldir.

Bu sonuç, ABD’nin bölgede bir Rusya-İran-Türkiye bloğu oluşumundan rahatsız olacağı varsayımına dayanmaktadır. ABD böyle bir durumdan rahatsız olur mu? Olursa bu rahat-sızlığın düzeyi nedir? Bu sorunun cevabı başka bir soruda gizlidir: ABD’nin Ortadoğu bölgesine yönelik büyük stratejisi ve buna bağlı olarak temel tehdit algısı nedir? Ve tüm bu sorular bağlamında ABD, Kudüs hamlesini neden yapmıştır?

ABD hiçbir zaman Ortadoğu bölgesinin hegemonik gücü olmamıştır. ABD kendi bölgesinin –Amerika kıtası– hegemonik gücüyken, diğer bölgelerde statükocu bir güç konu-mundadır. Hegemonik ya da revizyonist güçler yayılma, statükocu güçler ise yayılmayı durdurma ve dengeleme siyaseti izler. ABD gibi hegemonik devletlerin diğer bölgelere yönelik büyük stratejisi statükocu bir özellik taşır. Bu bölgelerin tek bir gücün kontrolü altına geçmesinin, yani bölgenin tek bir devlet ya da devletler bloğu tarafından birleştirilerek büyük bir güç oluşturmasının engellenmesi üzerine kuruludur. Bunun için diğer bölgelerde devletlerarası düzenin tercihen çift-kutuplu veyahut da çok-kutuplu bir yapıda kalması amacı güdülür. Bölge-de birbirini dengeleyecek güçlerin varlığı bölgenin parçalanmış ve nüfuz edilebilir yapısının devamı için elzemdir. Dışarıdan nüfuz edilen bölgelerin istikrarsızlığı ve aşırı derecede parça-lanması ise arzu edilmez. Çünkü bu durum kontrol edilmesi ve sonuçlarının nereye varacağı belli olmayan bir güç boşluğunun ortaya çıkması demektir. Bu ortamda yeni bir hegemonik gücün ya da komşu bir bölgeden hegemonya iddiası taşıyan başka bir gücün –mesela Ortadoğu’ya yönelik olarak Rusya– bölgeyi kendi yönetimi altında birleştirmeye çalışması söz konusu olabilir. Özetle, diğer bölgelerin istikrarlı ancak parçalanmış bir yapıda bulunması için hegemonik güç, sürekli bir “dışarıdan dengeleme” stratejisi takip eder. ABD’nin belli bir süredir Uzak Asya’da Çin’e ve 1930-40’larda Avrupa’da Almanya ve Soğuk Savaş (1945-90) döneminde Rusya’ya karşı temel stratejisi bu olmuştur. Avrupa’yı kendi hegemonyası altında birleştirme iddiasıyla ortaya çıkan Hitler Almanyası’na ve SSCB’ye karşı Avrupalı müttefikleriyle karşı-hegemonik bir mücadele vermiştir. İdeolojik kaygıların ötesine geçerek Avrupa sistemi içerisinde zayıf tarafın yanında yer alarak, güçlü tarafı dengeleyici bir rol oynamıştır. Günümüzde Japonya ve Güney Kore ile benzer bir mücadeleyi, çok daha düşük düzeyli ve dolaylı yollardan olsa da, Çin’e karşı vermektedir. Ancak buna rağmen Çin, büyük oranda kendi bölgesinde hegemonik güç olma eşiğini çoktan geçmiş durumdadır.

ABD, Ortadoğu’da da benzer bir strateji izlemektedir. Birinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında bölgenin uzunca bir süre hegemonik gücü olan Osmanlı İmparatorluğu’nun çö-kertilmesi, 1950-1960’larda Pan-Arap ideolojiyle bölgeyi kendi hegemonyası altında birleştirme hedefi peşinde koşan Cemal Abdülnasır liderliğindeki Mısır’ın durdurulması ve 1979 sonrasında İran’ın Pan-İslamik ideolojiyle hegemonya arayışının sönümlendirilmesinde ABD büyük bir rol oynamıştır. Karşı-hegemonik bir bloğun oluşturulmasına –her iki hegemonik savaşta da Suudi Arabistan ile İsrail statükocu bloğun başını çekmiştir– diplomatik ve askeri-ekonomik yardımlar sunmuştur. Saddam Hüseyin liderliğindeki Irak’ın 1990’da Kuveyt’i işgalinde ise direkt sahaya inmek zorunda kalmış ve bunu 2000’li yıllar boyunca da sürdürmüştür. Bu süreçte, özellikle 2010 sonrasında patlak veren Arap İsyanları döneminde Mısır, Irak ve Libya gibi kontrol dışına çıkan ve bölgesel düzeyde hegemonya peşinde olan devletlerin içeriden siyasi iradeleri yok edilmiş ve bu ülkelerden bazıları parçalanmıştır. Türkiye ve Katar gibi benzer eğilimlere sahip ülkeler de içeriden ve dışarıdan terör örgütleri ve siyaset-dışı çeşitli müdahalelerle abluka altına alınmaya çalışılmıştır. Bu iki ülkeye yönelik baskılar halen tavizsiz bir şekilde devam etmektedir. Suudi Arabistan-İsrail-BAE üçlüsünün bölgede yeni bir karşı-hegemonik blok oluşturması da benzer bir şekilde değerlendirilmelidir. Bu bloğun ABD tarafından desteklenmesinin amacı 2000’lerin başından Arap İsyanları dönemine kadar ABD’nin dolaylı ya da dolaysız olarak alan açtığı İran’ın aşırı güçlenmesine karşı bir denge oluşturmaktan ziyade, bölgenin herhangi bir hegemonik gücün –mesela Türkiye– ya da devletler bloğunun kontrolü altına girmesinin durdurulmasına da hizmet etmektedir.

Niçin Rusya’ya alan açıyor?

Bu açıdan bakıldığında Rusya’nın bölgede nüfuzunu artırması ABD’nin çok da itiraz edeceği bir durum değildir. Rusya’nın bölgede hegemonya kurma noktasından oldukça uzak olması ya da böyle bir amaç beslememesi halinde, Rusya’nın bölgede askeri varlığıyla bir hegemonyanın kurulmasını engelleyen dengeleyici rol oynaması ABD’nin sonuna kadar destek olacağı bir durumdur. Yukarıda da belirttiğim gibi ABD, Ortadoğu’nun hegemonik gücü olmaya çalışmamaktadır. ABD bölgenin bir hegemonik gücün kontrolüne geçmesine engel olmaya çalışmaktadır. Rusya’nın varlığı her ne kadar bazı sıkıntılar doğursa da –ki ABD tek başına bölgeyi kontrol etmenin maliyetini göze alsaydı, Rusya’nın bölgedeki varlığına kesinlikle izin vermezdi– ABD açısından büyük stratejisiyle uyuştuğu ölçüde bu ciddi bir sorun teşkil etmemektedir. ABD’nin bölgeye yönelik siyasetinin bu nüansının tam olarak idrak edilememesi ve yaşadığı hegemonik düşüşün maliyetleri ve sorumlulukları kısmayı ve başkalarıyla paylaşmayı gerektirmesi nedeniyle, Rusya’nın 2015 ve sonrasında bölgeye girişine izin vermesi, alan açması ve birlikte çalışması birçok uzman tarafından tam olarak anlaşılamamıştır. İlerleyen süreçte Rusya’nın bölgede çok daha etkin olması ve Türkiye ve İran gibi bölgede ABD’nin büyük stratejisiyle ters düşecek devletlerle yakın bir ilişki içerisinde olarak onları kontrol etmesi ABD’nin destekleyeceği bir siyasettir. Bunu mümkün kılan yegâne faktör, Rusya’nın bölgeye yönelik siyasetinin ABD’ninkinden farklı olmamasıdır. Rusya da bölgeye yönelik olarak “dışarıdan dengeleme” stratejisini takip etmektedir. Rusya’nın Türkiye karşısında Suriye politikası bunu açıkça ortaya koymuştur. Çok daha açık bir ifadeyle, ABD Türkiye’yi Rusya’ya kaptırmamakta, bilinçli bir şekilde Türkiye’yi Rusya’nın kontrolüne bırakmaktadır. Bölgede ABD-Suudi Arabistan-İsrail bloğuna karşı Rusya-İran-Türkiye bloğu ABD’nin çok da itiraz etmeyeceği bir tablodur. Neticede bu, bölgenin iki kutuplu bir güç dengesine kilitlenmesi anlamına gelmektedir ve ABD gibi statükocu bir güç bu tabloya sevinmekten başka bir tepki göstermez. Tekrar etmekte fayda var, ABD’nin temel korkusu bölgenin tek bir hegemonik gücün ya da hegemonik devletler bloğunun kontrolüne geçmesidir. Böylesi bir durum, ABD’nin bölgede nüfuzunun sona ermesi ve küresel düzeyde mücadele etmesi gereken başka bir büyük gücün ortaya çıkışı anlamına gelmektedir.

Bu perspektiften ABD’nin malum Kudüs kararını ele alacak olursak, öncelikle bu karar ABD’nin bölgede nüfuzunun ve kontrolünün daralmasının bir sonucudur. Kudüs’ün İsrail tarafından başkent yapılmak istendiği ya da zaten bu şekilde bir tavır içerisinde olduğu aşikârdır. İsrail’in kuruluşundan günümüze sürekli ancak zamana yayılmış bir şekilde Filistin topraklarını yutarak genişlediğini biliyoruz. Bu amaca ulaşmak için İsrail süreci zamana yayma ve oyalama taktiği uygulamaktadır. Tam da bu yüzden 1993’ten beri iki devletli bir yapıyı öngören barış görüşmeleri bir türlü somut bir sonuç ortaya çıkaramamaktadır. ABD, 1980’lerden itibaren hem bölgede hem de dünyada hegemonik bir gerileme yaşamaktadır, yani hegemonik bir güç olmanın maliyetini karşılama ve sorumluluklarını devam ettirme konusunda ciddi sıkıntılarla karşı karşıyadır. Trump tam da bu yüzden “Önce Amerika” ve “Mütte-fiklerimiz artık elini taşın altına sokmalı” demektedir. Ve yine, bölgede kontrol dışına çıkan ülkelerin artışı söz konusudur. 1979’da İran’dan sonra 2000’li yıllarda Türkiye ve Katar kontrolden çıkmıştır. Suriye ve Mısır ise son anda “kurtarılmıştır.” Tüm bu gelişmeler ABD ve İsrail’de alarm zillerinin çalmasına neden olmuştur. Böylece, zamanın lehine değil aleyhine işlediğini görerek İsrail süreci zamana yaymak yerine erkene almak zorunda kalmıştır. ABD de zorunlu olarak çok daha açıktan ve sert bir şekilde tavır almak zorunda kalmıştır. Bir ABD-İsrail ortak projesi olan bu hamlenin, uluslararası sistemin diğer önemli aktörleri tarafından desteklenmemesi şaşılacak bir durum değildir. İlerleyen süreçte bu karara ciddi bir destek çıkmayacağı gibi maalesef güçlü bir itiraz da olmayacaktır.

Bu kararın diğer bir boyutu ise, ABD’nin Arap Baharı sürecinde ABD/Batı hegemonyasına başkaldıran –“dünya beşten büyüktür” söyleminde somutlaştığı üzere– bölgedeki top-lumsal ve siyasi aktörleri cezalandırmak ve zayıflatmak istemesidir. Bu kararın bizzat Türkiye ve Katar’ı hedef aldığını iddia etmek abartı olmaz. Keza Kudüs, demokratik ve İslami bir siyaset öngören ve bölgede buna uygun bir dönüşüm amaçlayan bu iki ülkenin temel hassasiyeti konumundadır. Dolayısıyla, Kudüs kararını bu iki ülkeye karşı artık açıktan yürütülmeye başlanan operasyonların bir devamı niteliğinde değerlendirmek gerekir. Ayrıca, Kudüs kararının bölgede ABD’nin oluşumunda büyük rol oynadığı çift-kutuplu güç dengesi kilitlenmesine katkı sunacağı da açıktır. Böylece bu karar, bir tarafta Türkiye’nin çok daha fazla İran ve Rusya’ya yaklaşacağı ve bu ülkelere mecbur kalacağı bir durumu ortaya çıkartırken, diğer tarafta ise İsrail-Suudi Arabistan-BAE bloğunda safların daha da sıklaşacağı bir netice doğuracaktır. Bölgedeki yeni ayrışma çok daha somutlaşacak ve açıklık kazanacaktır. İİT’nin İstanbul zirvesinde gözlemlenen bölünmüşlük görüntüsü bu tezi desteklemektedir.

[Star Açık Görüş, 16 Aralık 2017]

Etiketler: