Devlet, Sermaye ve 17 Aralık

Küresel ekonomide söz sahibi olabilmek için yapılması gereken yatırımların çoğu ‘sanayinin kaptanları' olan TÜSİAD çevrelerinin kapsama alanında. Fakat bu çevrenin Gezi ve 17 Aralık süreçlerinde genetik yapılarına uygun olarak ekonomik baskı grubundan muhalif bir siyasal pozisyona nasıl hızla sürüklendikleri de ortada.

Tarihi, kültürel ve kurumsal nedenlerle bu topraklarda güçlü ve kalkınma odaklı bir devlet-özel sektör sinerjisi bir türlü oluşamadı. Osmanlı Devleti’nin son devrinden beri sermaye oluşumunu ve zenginleşmeyi değil; siyasi mücadeleyi ve güç-odaklı yapılanmaları önceleyen bir genetik yapı geliştirdik. Dolayısıyla merkantilizm, milli burjuvazinin güçlendirilmesi, küresel kapitalist sistemi yönlendirme gibi hedefler bize hep uzak ve afaki geldiler. İngiltere’yi işgal etmeye çalışırken sürekli para-pul hesabı yapan rakiplerini nation of shopkeepers (esnaf millet) diye küçümseyen Napeloen Bonaparte gibi biz de ekonomik aktiviteyi, ticareti, finansörlüğü ciddiye almayıp ‘devleti kurtarmak’ namına yapılan operasyonlarca cezbedildik. Derken Galata Bankerleri ile özdeşleşen etno-kültürel işbölümü, sermaye birikimini Osmanlı’nın Levanten gruplarına kaydırıp bireysel zenginleşmeyi kamu kaynaklarının süistimal edilmesi ve dışarıya aktarılması ile eşitledi. Dolayısıyla tarihsel kodlarımızda işadamları ve girişimciler “milletin servetini zimmetlerine geçiren” ve “dış mihraklarla paylaşan” imtiyazlı zümre imajından kurtulamadılar. 

‘KALKINMACI UZLAŞI’ 

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişten sonra da devlet-sermaye ilişkilerinin temel parametreleri -azınlık mensubu girişimcilerin sistem dışına çıkmaları dışında- fazla değişmedi. Kamu aktörleri ile girişimcilerin kurumsal ittifaklar içinde kalkınma ve sanayileşme stratejileri geliştirip ortak çıkarlarını izlemeleri pratiği yerleşmediğinden, iş çevreleri kendilerini her zaman tehlikede hissettiler. “Devlet aklı” kalkınma önceliklerinin siyaseten risk oluşturan durumlarda her an feda edilebileceğini buyurduğu için servet ve şirketlerini garantiye almak amacıyla siyasi elitler ve küresel güçlerle simbiyotik ilişkiler kurma gereği duydular. Devlet elitlerince rakip olarak algılanıp operasyona (varlık vergisi vb.) uğrayabilecek özerk bir sınıf görüntüsü vermekten ve belli ekonomik sektörlerde küresel planlar yapmaktan uzun süre kaçındılar. Bunun yerine sermaye birikimlerini ve sosyal konumlarını kendilerine içeride koruyucu siyasal müttefikler, dışarıda ise aynı pazarlarda rekabet etmekten itinayla kaçınacakları ekonomik ortaklar bularak garantiye almayı yeğlediler. Sonuç olarak 18. yy’da İngiltere ve Hollanda’da, 19. yy sonlarında ABD ve Almanya’da, 20. yy ikinci yarısında ise Japonya, G. Kore ve Asya Kaplanlarında devlet ile girişimci kesimler arasında kurulup küresel stratejilere temel oluşturan “Kalkınmacı Uzlaşı” Türkiye’de bir türlü kurulamadı. 

Cumhuriyet’in devletçilik yaklaşımı ortaya devşirme sanayiciler çıkarıp siyasi kapitalizmin temellerini atarken, yatırım riski almadan kamu kaynaklarının dağıtımı üzerinden zenginleşme mantığını besledi. Anadolu sathında kurulan “santral fabrikalar” etrafında beklenen özel sanayi yatırımları bir türlü gerçekleşmedi, çünkü KİT’lerin ürettiği ucuz hammadde ve aramalarını pazarlamak, sanayi üretimi yapmaktan daha garantili bir aktiviteydi. Çok partili döneme geçişten sonra siyasi ve ekonomik aktörler ile politika öncelikleri değişse de, devlet-özel sektör ilişkilerinin arızalı yapısı korundu. İstanbul’da ve Anadolu’nun belli şehirlerinde öne çıkan aile şirketleri, önce tarımsal kalkınma (1950’ler), ardından da iç piyasa-odaklı sanayileşme ve ithal ikameci kalkınma (1960 ve 70’ler) stratejilerine uyum sağlayarak sermayelerini büyüttüler. Küresel şirketler ile kurdukları ittifak ve ortaklıklar 1980’lerden itibaren dışa açılan Türkiye ekonomisinin bölgesel bir üretim ve ihracat merkezi haline gelmesini kolaylaştırdı. Ancak yerel bilgi ve teknoloji üretimi yoluyla katma değerin içeride tutulması, devlet-özel sektör ortaklıklarıyla araştırma-geliştirme kapasitesinin arttırılması yine ıskalandı. 

Bu süreçte çokuluslu ortaklarıyla küresel piyasalarda rekabet etmekten kaçınan İstanbul merkezli sanayi burjuvazisi TÜSİAD marifetiyle sınıfsal gücünü siyasi alana taşıyarak hem Anadolu’daki girişimci gruplarını hem de zayıf siyasi iktidarları baskı altında tutma tavrını benimsedi. Öyle ki, makroekonomik ve kalkınma politikalarının temel çerçevelerini dikte etme ve tercih ettiği uygulayıcı aktörleri işbaşında tutma yönündeki refleksleri giderek gelişti. Türk modernleşmesinin Batılılaşma temelinde devamını talep ederken, TSK ile ‘militer kapitalizm’ tadındaki ortaklığını da devam ettirdi. 1980’li yıllarda Özal’ın vizyoner girişimleriyle Anadolu sathındaki KOBİ’lerin küresel piyasalara açılması sonucunda oluşan sermaye birikimi, süreç içinde devlet-özel sektör ilişkilerinin karakterinde ve güç dengelerinde yeni dinamikler ortaya çıkardı. 28 Şubat sürecinin oluşturduğu derin sosyo-politik ve ekonomik travma, yükselen Anadolu sermayesinin muhafazakâr kimliği sebebiyle “yeşil sermaye” olarak damgalanıp geçici olarak oyun dışına atılmasına zemin hazırlasa da, kalıcı bir geriye dönüş olmadı. TÜSİAD çevrelerinin zayıf koalisyon hükümetleriyle kurdukları iç borçlanma/yüksek faiz-temelli kaynak aktarım modeli, 2000-2001 krizleriyle çökünce modelin siyasal destekçileri haritadan silindiler; ekonomik destekçileri ise bir miktar geri çekildiler.

 TÜRKİYE’NİN DÖNÜŞÜMÜ 

Kuruluşundan sadece bir yıl sonra iktidarı tek başına devralan AK Parti devlet-özel sektör ilişkilerinin yolsuzluk skandalları, hortumlanan bankalar ve post-modern darbe koalisyonlarıyla taban yaptığı bir noktadan yola çıkmıştı. Siyasi ve ekonomik restorasyon noktasında beklenmeyen bir performans göstermeleri Türkiye siyasetinde radikal bir dönüşüm ekonomisinde ise sürdürülebilir büyüme dönemini başlattı. Ekonomik krizlerden alınan dersler ışığında makroekonomik istikrar, mali disiplin ve güçlü denetim mimarisi önemsendi. Kültürel muhafazakârlık ve küresel entegrasyon dili AK Parti’nin omurgasını oluşturan Anadolu sermayesi ve KOBİ’lerin özgüvenlerini arttırıp onları Türkiye’nin dönüşüm hikayesinde merkezi bir konuma taşıdı. Yeni dönemde İstanbul sermayesinin riskli bularak girmek istemediği Ortadoğu, Afrika ve Latin Amerika pazarlarına kah Başbakan kah Cumhurbaşkanı eşliğinde sefer üzerine sefer düzenleyenler yine Anadolu sermayesinin temsilcileriydi. İstanbul burjuvazisi ile mesafeli bir çalışma ilişkisi kuran AK Parti hükümetleri, kendilerine gerek ekonomik vizyon, gerekse yerlilik anlamında güven vermeyen bu grubu dengelemek adına TOBB, TUSKON, TİM, MÜSİAD ve ASKON gibi alternatif girişimci platformlarını güçlendirme cihetine gitti. “İktidar kendi burjuvazisini yaratıyor” suçlamaları sürse de, AK Parti kendi tempolarına ayak uyduracak, hızlı yatırım kararları alıp etkin biçimde uygulayabilecek girişimci gruplarıyla çalışmayı tercih ettiler.

Bu dönemde Başbakan Erdoğan’ın liderliği etrafında örülen hızlı icraat odaklı siyasi yapı dönüşümde lokomotif rolü üstlendi. Siyasi istikrar ve öngörülebilirlik ortamı ekonomik istikrarı ve dış politika dinamizmini desteklerken; dış politikadaki proaktif tutum, ekonomik aktörlere yeni operasyon alanları açarak ihracatı çeşitlendirdi ve –küresel krizin etkilerine rağmen- ekonomik istikrarı korudu. Sonuçta büyük çaplı kamu altyapı yatırımlarının ve doğrudan yabancı yatırımların etkisiyle Türkiye derin bir değişim sürecinden başarıyla geçti. 1990’lı yılların hantal, kokuşmuş, siyasi didişmelerle ömür tüketen görüntüsünden kurtulup dinamik, özgüveni yüksek, fiziki altyapısını hızla modernleştiren bir ülke haline geldi. Günümüzde insaflı ve yapıcı bir yaklaşım, Türkiye’nin kalkınma stratejisinin iç tüketim ve montaj odaklı sanayilerden bilgi yoğun-sektörler ve yüksek teknoloji ihracatına geçmesi gerektiğini belirtmek gerek. 2010 sonrasında hükümetin önceliğinin de bu yönde olduğu biliniyor. Ancak mesele uygulamaya geldiği zaman karşımıza yine devlet-sermaye ilişkilerinin problemli yapısı ve işbirliği eksikliği çıkıyor. Küresel ekonomide söz sahibi olabilmek adına yapılması gereken devasa yatırımların çoğu yükselen KOBİ gruplarının değil, Türkiye’de “sanayinin kaptanları” olan TÜSİAD çevrelerinin kapsama alanında. Fakat yerli otomobil üretimi konusunda Başbakan’ın “bir babayiğit bekliyoruz” diyerek seslendiği bu çevrenin Gezi ve 17 Aralık süreçlerinde genetik yapılarına uygun olarak bir ekonomik baskı grubundan muhalif bir siyasal pozisyona nasıl hızla sürüklendikleri de ortada. 

Gezi ile başlayıp 17 Aralık’la devam eden travmalar, Türkiye’deki sistemik dönüşümün hukuki, insani, çevresel ve ekonomik boyutlarıyla ilgili sancıların farklı aktörler tarafından manipülasyona açık olduklarını ortaya koyarak reform ihtiyacının altını çizdiler. Zira yaşadığımız dönüşüm artık duble yollar, yeni havaalanları, okullar, hastaneler, barajlar gibi temel fiziki altyapı unsurları, ya da yeni konut alanları inşa edilmesinde epeyce mesafe alındıktan sonra artık farklı bir evreye ulaştı. Ekonomik büyümenin hukuki altyapısı, şeffaf ve denetlenebilir bir devlet yapısı oluşturulması, devlet-özel sektör ilişkilerinin kurumsallaştırılması, temel insan hak ve özgürlükleri ile çevre duyarlılığının teminat altına alınması, şehirleşme bilinci gibi demokrasilerin kalkınma süreçlerinin ileri aşamalarında karşılaştıkları “ikinci nesil” meseleler gündemimizde. 

MUHAFAZAKAR KALKINMA 

Böyle bir konjöktürde kamu otoritesini temsil eden siyasi ve bürokratik unsurlar ile piyasa aktörleri ve sivil toplum kuruluşları arasındaki ilişkilerin mimarisinin doğru yapılandırılması, gerek demokrasinin kökleşmesi gerekse ekonomik kalkınmanın sürdürülebilirliği açısından kritik önemde. Dolayısıyla, 17 Aralık sürecinin Türkiye’nin kalkınma hikayesi ve devlet-özel sektör ilişkileri açısından uzun vadede en önemli olumsuz yansımalarından birinin, Anadolu sermayesinin temsilcilerinden önemli bir kanadın iktidarın gelecek planlarında marjinalleşmesi olacağını öngörmek zor değil. Son bir aylık süreçte yaşanan olağanüstü gelişmeler,  Türkiye’nin son on yıllık küresel açılımını yönlendiren muhafazakâr sermaye çevrelerinin, sanayicileri ve finans kurumlarının keskin hatlarla bölünmesi sonucunu ortaya çıkarıyor. Temennimiz, hükümetle malum camia arasında oluşan gerginlik ortamının Anadolu sathındaki KOBİ örgütlenmelerine ve bunların dış ticaretteki rollerine zarar vermeden hukuk devleti prensipleri içinde kısa sürede aşılmasıdır. Aksi halde bu bölünmüşlük görüntüsü sebebiyle bozulan ortaklıklar, ertelenen yatırımlar ve hiç hesapta olmayan çevrelerle ittifaklar gündeme gelebilir ki, bunlar da Türkiye’de devlet-özel sektör ilişkilerinin yapısını temelden dönüştürebilir. 

Cari açık problemine rağmen Türkiye ekonomisinin makro temelleri oldukça sağlam ve 17 Aralık travmasının doğrudan ekonomik etkileri ile borsa, döviz ve faizler üzerinden baskı oluşturan yansımaları muhtemelen bir süre sonra konjöktürel olarak geri çekilecekler. Ancak Türkiye’nin yeni muhafazakâr sermayesinin muhtemel bölünmüşlüğü gerek ekonomi yönetimi gerekse dış politika ve ekonomik ilişkilerin uygulama alanlarında zaafiyetler ortaya çıkarabilir. Bu bölünmüşlük görüntüsünün, Anadolu sathına ve şirketlerin mikro yapıları ile yatırım kararlarına yansıması ne kadar önlenebilir ya da ötelenebilirse o kadar iyi. Türkiye’de bir ‘Muhafazakâr Kalkınma Paradigması’nın hayale dönüşmesini hiçbirimiz istemeyiz.

[Star Açık Görüş, 25 Ocak 2014] 

Etiketler: