Türk Medyasının 2010 Yılı

Cumhuriyet’le birlikte medyanın taşımaya başladığı milleti modernleştirme/Batılılaştırma rolü, bugün dahi hâlâ kendini gösteriyor.

2011 yılına girdiğimiz şu günlerde, her alanda olduğu gibi medya için de genel bir 2010 yılı değerlendirmesi yapmak yerinde olacaktır. Böyle zamansal dönemeçleri kendimize fırsat bilip bir nefis muhasebesi yapmamız ve mevcudiyetimizin anlamından işlevine kadar genel bir bilanço çıkarmamız önemli.Aynı şey Türk medyası için de geçerli. Yazılı, görsel ve internet medyamızın yapısal dönüşüm geçirdiği bir dönemde 2010 yılı, içinde birçok turnusol kâğıdı özelliği taşıyan olayı barındırıyor. Bu ulusal ve uluslararası olaylarda Türk medyasının bir kısmı başarılı imtihanlar verirken bazıları ise ya süreçleri okuyamadıklarını ya da kendi taraflarının gerçekte ne olduğunu gösterdiler. Sonuçta Türkiye’nin her alanda yaşadığı dönüşüm süreci devam ediyor ve kendi şahsiyetiyle dünyayla daha entegre bir Türkiye tablosuna medyanın da uyum sağlaması gerekiyor.

İsrail ile alçak koltuk krizi 2010 Ocak ayının hemen başında ortaya çıkan alçak koltuk krizi, İsrail’in Gazze’ye hain saldırısı ve Davos’ta Başbakan Erdoğan’ın “One Minute” çıkışıyla Türkiye-İsrail ilişkilerinde zaten gerilmiş olan ipleri daha da gerdi. İsrail Dışişleri bakan yardımcısı Danny Ayalon’un Türkiye’nin Tel Aviv Büyükelçisi Oğuz Çelikkol’u kendisinden daha alçak bir koltuğa oturtup sadece İsrail bayrağının olduğu bir masa etrafında poz vermesi ile başlayan gerilimli günlerin, Türk basınında genelde doğru ve tek bir yaklaşımla ele alındığını gördük. Ciddi çatlak seslerin çıkmadığı bu süreçte yazılı ve görsel basında İsrail’i eleştiren çok sayıda yoruma tanık olduk. Bu sefer, Davos sonrasında Türkiye’nin tavrını eleştirenler gibi fazla dış politika uzmanı çıkmadı sahneye. Yine de Türkiye-İsrail ilişkilerinin Türk medyasının perspektifi açısından bir turnusol kâğıdı olmaya devam edeceğini söylemek herhalde yanlış olmaz. Baykal yerine Kılıçdaroğlu operasyonu Mayıs ayının ilk günlerinde Türkiye, Deniz Baykal’a ait olduğu iddia edilen bir kasetle sarsıldı. Herkes farklı bir yorum yaparken medya da bu konuda ikiye bölündü. Bir kesim, kasetin CHP’deki derin devletin işi olduğu ve Baykal yerine Kılıçdaroğlu’nu getirmek amacı taşıdığını savunurken diğer bir kesim bu olayda hükümeti ve dindar kesimleri suçladı. Herkesin mutabık olduğu husus, bunun normal bir durum olmadığı ve ortada bir “operasyon” olduğu idi; ancak kimlerin niçin bu operasyonu yaptığı sorusu havada kalmıştı. Siyasi sonuçlarına değil, meselenin ahlaki boyutuna bakarsak o süreçte medyanın ciddi bir etik sınav verdiğini görebiliriz. Acaba öncelikli olarak tartışılması gereken konu, Baykal’ın bu skandaldaki rolü/durumu mu, yoksa bu işi planlayıp uygulayanlar mı olmalı? Bu soru, her iki tarafın da ciddi etik sorunları olduğunu görmek ve bizce her iki tarafın da toplumsal zihin bulanıklığını gidermek adına konuşulması gereken bir durumdu. Ancak medyada kaset skandalının kendisinden çok yapanları ve Kılıçdaroğlu bağlamında siyasi sonuçları konuşuldu. Zaten Kılıçdaroğlu’nun genel başkan seçildiği andan itibaren bütün yorumlar, yeni genel başkanın liderliğindeki CHP’nin siyasi geleceği üzerine odaklandı ve kaset skandalı da bir kenara kaldırıldı. Bu olay da bir turnusol kâğıdı olarak medyanın siyaset-ahlâk denklemindeki yaklaşımını göstermesi bakımından kayda değerdi. Kanlı Mavi Marmara baskını Mayıs’ın son günü sabaha karşı, Gazze’ye insani yardım götüren Mavi Marmara gemisine İsrail komandoları tarafından yapılan kanlı operasyon sonucunda 9 vatandaşımız hayatını kaybetti. Uluslararası sularda ve tamamen yasal bir şekilde seyreden gemilere yapılan bu baskın ile İsrail, başta Türkiye olmak üzere adeta dünyaya meydan okuyarak nasıl devlet terörü uyguladığını bir kez daha göstermiş oldu. Bu kanlı baskının ardından ilk günlerde medyamızda ortak bir İsrail karşıtı dil hâkimdi. Zira kanlı operasyonda hayatını kaybeden insanlarımız vardı. Ancak daha bir hafta geçmeden bazı seslerin önce Mavi Marmara üzerinden yardım götüren kuruluşlara, sonra da hükümete sataşmaya başladığını gördük.

Bazı köşe yazarı ve yorumcular, Gazze’deki insanlık dramını, İsrail’in haksız ablukasıyla zulümlerini ve kanlı baskında ölen insanları bir kenara koyarak hükümetin ve yardım götüren kuruluşların bu filoyla ne amaçladıklarını tartışmaya başladılar ve sonunda ağızlarındaki baklayı çıkardılar. Onlara göre hükümet, yardım götüren kurumlar kanalıyla Hamas’ı destekliyordu ve bu da dünyanın en büyük suçuydu! İsrail’in hukuksuzluğu ve uyguladığı terör sorulduğunda “tabii onun da böyle yapmaması gerekir ama” ile başlayan ve her seferinde “Hamas’ın da İsrail’i tanıması gerekir” ile biten klişe cümleler kurmaya alışmış olan zevatın ne İsrail, ne de Hamas yönetimi hakkında sağlıklı bilgisi olmadığı ortadaydı. İsrail’deki seçimleri demokratik bulan ama Filistin’deki seçimleri seçimden dahi saymayanların bu yaklaşımlarını yorumlarına yansıtmaları da tuhaf değildi aslında. Dolayısıyla aynı isimlerin televizyon kanallarında ve gazetelerdeki köşelerinde hükümeti, Gazze’ye insani yardım malzemesi götüren filoyu ve Hamas’ı değerlendirmeye ne kadar haklarının olduğunu da okuyucunun insafına bırakalım.

Özetle bu olay, medyamızda kimlerin neyi nasıl tartıştıkları üzerinden çok çarpıcı bir turnusol kâğıdı olarak not edilmelidir. 12 Eylül Anayasa değişikliği referandumu 82 Anayasası’nın Türkiye’yi taşımadığı, hatta ülkeye yük olduğu artık kimsenin inkâr edemediği bir gerçek. Bu anayasanın demokratikleştirilmesi amacıyla bugüne kadarki en ciddi reform adımı olan 26 maddelik yeni anayasa değişikliği paketi Meclis’teki uzun uğraşlar sonucunda halkın önüne geldi. İlginç bir tevafuk eseri 12 Eylül gününe denk gelen halkoylaması öncesinde medya da adeta bir anayasa sınavı verdi. Aylarca Kılıçdaroğlu ile Başbakan Erdoğan arasındaki polemikler üzerinden yürüyen 12 Eylül referandum süreci, ana gündemin anayasa değişikliği değil siyasi kamplar olduğu bir tartışma arenası haline geldi. Medyanın da “Evetçiler” ve “Hayırcılar” olarak ikiye bölündüğü bu süreçte, yeni anayasa paketinin ne anlama geldiğini halka anlatacak maalesef çok az medyatik aktör vardı. Televizyonlar ve gazeteler havuz polemiklerini haber yapmayı tercih edince halkın referanduma ilgisi de azaldı. Siyasilerin referandumu genel seçim havasına sokan söylemleri, medyanın da tercih ettiği yöntem olunca, geriye içerik değil sadece form kaldı. İçeriksiz siyaset tablosu, referandumdan yüzde 58 “evet” çıkmasıyla bir anda değişti ve bu sefer de yüzde 42’nin ne kadar önemli olduğunu tartışmaya başladık. Hükümetin kırmızıya boyanmış sahil kesimini anlaması gerektiğini -ki doğrudur- vurgulayan birçok köşe yazarı ve yorumcu, yüzde 58’in niçin biraraya geldiğini ise pek önemseniyordu. 26 maddelik anayasa değişiklik paketi geçti ve medyada referandum sürecinden geriye sadece siyasi polemikler kaldı. Bu tablo, Türkiye’de siyaset kalitesinin düştüğü dönemlerde medyadaki kalitenin daha da düştüğünü göstermesi bakımından ilginç bir turnusol kâğıdı oldu. Tophane ve Mardin üzerinden mahalle baskısı tartışmaları Eylül ayı içerisinde yaşanan iki olay üzerinden medyada bir “mahalle baskısı” tartışması başladı. Daha önce de farklı sebeplerle ortaya çıkan bu tartışma konusu, bu sefer Tophane’deki sanat galerilerine yapılan saldırı ve ünlü bir modacının Mardin’de Kasımiye Medresesi’ndeki defilesiyle yeniden alevlendi. Muhafazakâr/manevi değerler konusunda hassas olan kesimler hariç medyadaki hemen her kesim özellikle Tophane olayları üzerinden “mahalle baskısı” tartışmasını genişletti. Bu “mahalle baskısı” tartışmaları, merkezinde Türkiye’deki toplumsal ve siyasi dönüşümden duyulan rahatsızlığın yer aldığı, çevresinde de farklı konuların dolgu malzemesi olarak konumlandırıldığı bir bakış açısının yansımasından başka bir şey değildi. Zira medyada çok az kimse Tophane’deki insanların ve Mardin halkının rahatsızlıklarına tercüman olmaya çalıştı. Elbette ortada bir saldırı varsa bunun tasvip edilecek bir yanı yoktu; ama hem bu olayın önünü-arkasını anlama noktasında hem de gerçekten Tophanelilerin rahatsızlıkları noktasında bir çaba göremedik medyada. Birçok kanal olayı sanat galerisine ya da galerilere gelenlerin içki içmelerine karşı organize bir eylem olarak değerlendirdi. Nedense içki içen insanların çevreye verdikleri rahatsızlık, insanların içki içme özgürlüğü kadar konuşulmadı. Tek taraflı bir özgürlük perspektifiyle medyanın bir kısmı, saldırıyı yapan ve Tophaneli olduğu bile belli olmayan bir grup üzerinden neredeyse tüm muhafazakâr kesimi hedef aldı.

“Türkiye muhafazakârlaşıyor” söylemi üzerinden bu “mahalle baskısı” meselesi günlerce medyada tartışıldı. Aynı şey Kasımiye Medresesi için de geçerliydi; sanata duyulan saygı, Mardin halkının manevi merkezlerinden biri olan bu medreseye duyulan saygıdan herhalde daha öncelikliydi. Burada sanatla ilgili yargıda bulunmak yazarın haddi olmayabilir; ama toplumun önceliklerini idrak etmemiş kişilerde de toplumun manevi hassasiyetleri üzerinde yargıda bulunma hakkı olamaz. Gerek Tophane’deki sanat galerileri olayı, gerekse Kasımiye Medresesi’ndeki defile olayı medyanın büyük kesiminin milletin manevi değerleri konusundaki hassasiyet derecesini göstermesi bakımından önemli birer turnusol kâğıdı oldu. Wikileaks skandalı Kasım ayının son günlerinde, Wikileaks adlı internet sitesinde yer bulan diplomatik yazışmalar gündeme damgasını vurdu. Başta Türkiye ile ilgili olmak üzere bölgemizdeki birçok ülkeyi yakından ilgilendiren yazışmalar, medyada da farklı yansımalarla ele alındı. Olayın sıcaklığıyla ilk günlerde yoğun bir tartışma yaşandı: Belgeler üzerinden hükümeti zor durumda bırakabilecek yazışma ve iddialar gazete ve televizyon kanallarına taşındı. Ancak günler ilerledikçe ve farklı kesimlerden açıklamalar yapıldıkça bu belgelerin “diplomatik yazışmalar”dan öteye gitmeyen telgraflar olarak anlaşılması gerektiği üzerinde bir uzlaşı görüntüsü ortaya çıktı. Wikileaks belgelerini ne tam anlamıyla ciddiye almaya değerdi, ne de tamamen görmezden gelinebilirdi. Bu yazışmaların Türk-Amerikan ilişkilerine ciddi olmayan bazı yansımaları olabilir, ama diplomatik dedikodulara dayanan bu yazışmalardaki Türkiye fotoğrafına bakarak ülkenin son dönemde bir “eksen kayması” yaşadığı sonucuna ulaşma gayretinde olan medyadaki bazı isimlerin bir kez daha düşünmesi gerekecek. Zira Türkiye dış politikadaki adımlarını gizlice değil açıkça atıyor ve bunu Edelman’ın eksen kayması olarak okuması aslında kendisinin ve bir adım ötesinde ABD’nin sorunu. Bu yönüyle Wikileaks skandalı, kendi Dışişleri Bakanı ya da Başbakanı’na Amerika’daki kimi merkezlerden daha az güvenen ve bu merkezlerin ağzıyla Türkiye’yi değerlendiren birçok medya mensubunun ne kadar yerli olduğunu da gösterdi. Bu bakımdan Wikileaks, medyadaki “yerlilik” sorunumuzun boyutlarını göstermesi adına ilginç bir turnusol kâğıdı işlevi gördü. Sonuç yerine…

Elbette 2010 yılının Türk medyasını değerlendirmek için yazılabilecek daha birçok konu var. Ancak hepsinin toplamı bazı genel sonuçlarla ifade edilebilir. Her şeyden önce medyanın büyük bir bölümünde, Türkiye’nin yaşadığı toplumsal süreçleri okuma ve anlama eksikliği olduğunu düşünüyorum. Bir tabloya bakmak, onu mutlak olarak anlamayı beraberinde getirmiyor. Türk medyası ülkemizdeki toplumsal, siyasi, ekonomik ve hatta medyatik dönüşüme bakıyor, ama bu süreçleri anlama ve anlamlandırma noktasında ya acze ya da bilinçli bir ötekileştirme hastalığına düşüyor. Anlama ve anlamlandırma noktasındaki acizliğin esas sebebi, bilgi temelli bir gazeteciliğin değil siyaset ve magazin temelli bir gazeteciliğin yapılıyor olması. Bilinçli ötekileştirme hastalığının temel sebebi ise, kanaatimce medyamızın büyük bir bölümünde hâlâ var olan “yerli oryantalizm” hastalığı. Bu hastalık kendi “toplumundan ayrıksı” yaşayan ve toplumsal dönüşümden bağımsız olarak dönüşen/değişen bir medya görünüme neden oluyor. Milletin muhafazakâr ve manevi değerleri siyasal alanda dahi ne kadar güçlü olursa olsun Türk medyasına hiçbir zaman bu durum ciddi boyutta yansımadı. Cumhuriyet’le birlikte medyanın taşımaya başladığı milleti modernleştirme/Batılılaştırma rolü, bugün dahi hâlâ kendini gösteriyor. Ancak 2000’li yıllarda yaşadığımızı hatırlatmakta fayda var. Bu “toplumdan ayrıksı” yaşayan medya görünümü zaman içinde olumlu yönde değişse de hâlâ ciddi kalıntıları bulunmakta ve kimi toplumsal olaylarda yeniden nüksetmekte. 2011 yılının daha yerli ve nitelikli bir medya için zemin olmasını temenni ediyoruz…

Mostar/ Ocak-2011

Etiketler: