Tony Blair ve Üçüncü Yol’un Sonu

Bir dönem Bill Clinton, Gerhard Schröder ve Tony Blair tarafından temsil edilen "Üçüncü Yol", Tony Blair'in görevden ayrılmasıyla beraber siyasi önemini büyük ölçüde yitirecek gibi görünüyor. Avrupa siyasetinin son yıllardaki önemli açılımlarından biri olan Üçüncü Yol, fikir babası Anthony Giddens gibi aydınlar tarafından tartışılmaya şüphesiz devam edecektir. Fakat siyasi-sosyal bir proje olarak Avrupa için bir yol haritası olacağına şüpheyle bakanların sayısı her gün biraz daha artıyor. 

Bir dönem Bill Clinton, Gerhard Schröder ve Tony Blair tarafından temsil edilen “Üçüncü Yol”, Tony Blair’in görevden ayrılmasıyla beraber siyasi önemini büyük ölçüde yitirecek gibi görünüyor. Avrupa siyasetinin son yıllardaki önemli açılımlarından biri olan Üçüncü Yol, fikir babası Anthony Giddens gibi aydınlar tarafından tartışılmaya şüphesiz devam edecektir. Fakat siyasi-sosyal bir proje olarak Avrupa için bir yol haritası olacağına şüpheyle bakanların sayısı her gün biraz daha artıyor. 

Bu sonucun ortaya çıkmasında ismi projeyle özdeşleşen İngiltere Başbakanı Tony Blair’in siyasi kariyerinin kamuoyu önünde ve tedrici olarak sona ermesinin büyük payı var. 1990’ların Yeni Sol ve Üçüncü Yol arayışları arasında parlak bir lider olarak ortaya çıkan Tony Blair, İngiltere’nin ötesinde Avrupa ve transatlantik ilişkiler alanında köklü bir siyasi restorasyon programına yönelmeyi hedefliyordu. Blair’in transatlantik perspektifi 11 Eylül hadiselerinden sonra kendisinin de kontrolünden çıkan bir mecraya doğru sürüklendi. George Bush’la kurduğu ittifak, siyasi kariyerinin de sonunu getirdi. On yıl boyunca İngiltere’nin genç ve dinamik liderliğini yaptıktan sonra Blair simdi görevi halefine bırakıyor. Blair, Economist dergisinde bu dönemde edindiği tecrübelerin muhasebesini yaptığı bir yazı yayınladı. Yazının başlığı, Blair’in siyasi kariyerini de özetliyor: “Ne Öğrendim?”

Kalkınma ve kimlik

Avrupa’da üçüncü yol arayışları, küreselleşmeyle ortaya çıkan yeni şartlara ve ihtiyaçlara verilen bir cevaptı. Sağın kültürel muhafazakarlığıyla atbaşı giden ekonomik bireyciliğinin, sosyal devlet politikalarını zaruret haline getirdiği hep söylenmiştir. Uluslararası şirketler ve küresel sermaye karşısında herhangi bir direnç ve rekabet gücüne sahip olmayan kesimlerin belli bir dengede tutulabilmesi ve kısmen koruma altına alınması, ancak sosyal devlet politikaları ile mümkün olabilirdi. Sosyal adalet, bu denge politikasının kavramsal çerçevesini oluşturuyor.

Buna mukabil Avrupa solunun sermaye, özel sektör, serbest piyasa ve rekabetçilik karşısındaki şüpheci tavrının yeni ekonomik dengeler ışığında gözden geçirilmesi gerekiyordu. Tony Blair gibi Üçüncü Yol’un müdafilerinin en önemli özelliği, devlet ile özel sektör arasında zorunlu bir çatışma ilişkisi görmemesi. Devletin sosyal ve ekonomik sermayeyi adil bir şekilde paylaştırma göreviyle, özel sektörün ve sivil toplumun özgür ve rekabetçi bir ortamda artı değer üretme çabası arasında bir denge politikası izlemek, Üçüncü Yol’un geleneksel Avrupa soluna kattığı en önemli boyutların başında geliyor. Sağlık, eğitim, güvenlik gibi genellikle devletin yetki alanında kabul edilen alanların giderek özel ve sivil sektörlere bırakılması, pratik bir zorunluluk kadar bir zihniyet dönüşümüne de işaret ediyor.

Buna bir de artan kültürel özgüven ve otantik kimlik taleplerini eklediğinizde, solun klasik söylemlerinin yeni bir felsefi çerçevede ele alınmasının kaçınılmaz hale geldiğini söyleyebiliriz. Dün olduğu gibi bugün de insanlar sadece karınlarının doymasıyla mutlu olamıyorlar. Hayatımızı anlamlı kılacak bir değerler skalasına da en az güvenlik ve yiyecek kadar ihtiyacımız var. İleri sanayi toplumlarında ekonomik doyum noktasına ulaşan nesillerin sürekli bir anlam arayışı içinde olması, bu temel ihtiyacın insanî yönünü teyit ediyor.

“Küresel Terör” ve Avrupa-Merkezcilik<

Etiketler: