İsrailleşmemek

Ekmeğini paylaşmamak bir tercih olabilir. Ancak, mazluma hınç ve nefret duymak bir tercih konusu olamaz. Hele hele, ihtiyacı olanla ekmeğini paylaşanı suçlamak İsrailleşmektir.

Kötülüğü yeryüzünde sari kılan şey, belki de hep başkalarına atfediliyor oluşudur.
?Sadece düşmana değil, kendi dışımızdakine ait bir maluliyet hali olarak görürüz kötülüğü.
Daima başkalarınca temellük edilen bir zafiyet halidir kötülük.
Oysaki, bütün kadim dinler, “insanın kötülükle imtihanı”nı merkeze alan bir evren kurgusuna dayanır.
Kötülükle arasına mutlak bir sınır çizmek, beşerin harcı değildir.
Sosyalin inşası, toplumun kuruluşu bizatihi kötülüğe varoluş zemini sağlar.
Elbette ideal olan, kötülüğü bütün asli unsurlarıyla yok etmektir.
Ne var ki, bu durumun tarihsel ve toplumsal bir gerçekliği yoktur.
Kötülükle yaşamak, kötülüğe maruz kalmak ve kötülük üretmek insanın kıyametidir.
Kötülükle mücadele etmekse insanın gerçek imtihanı.
Bu mücadelenin başlangıç noktası kötülüğün adını koyabilmektir.
Kötülüğe ad koyamamak, ona karşı sessiz kalmak ve ona teslim olmak demektir.
Kötülük, dile geldiğinde erir.
Eserlerinden çokça istifade ettiğim bir düşünür yirminci yüzyıl insanının “kötülüğü dile getirmeyi bilmediği”ni söyler. Ona göre, “bildiğimiz tek şey, bildiğimiz tek şey, insan hakları söylemini bağıra çağıra tekrarlamak”tır.
Bir anlamda bu, “katliamlar ne kötü be birader” çizgisine çekilmektir.
* * *
Evet, bir kere daha İsrail’in katliamlarıyla, zulümleriyle yüz yüzeyiz.
İsrail’in kötülüklerini konuşuyoruz.
İsrail’in yaptığı “insan hakkı ihlalleri”nden dem vuruyoruz.
İsrail zulüm yapıyor.
İsrail kötülük yapıyor.
Hepsi doğru.
Ancak İsrail’in habisliğinin kaynağında sadece “eylemler”i yok. Ondan çok daha fazla varoluş felsefesi ve onun içindeki ırkçı anlayış var.
Bu, Hitler’in tükettiği cinsten, geleneksel Batı modeli bir ırkçılık değil.
Du Bouis, bundan yüzyıl önce bütün derdimiz renkler arasındaki çizgi sorunudur demiş ve geleneksel ırkçılığı çok net bir biçimde tasvir etmişti.
Merkezinde bir “ırk”ın olduğu, “öteki”nin bütün kodlarıyla açıkça tanımlanabildiği bir ırkçılık.
Ne var ki, İsrail milliyetçiliğine kaynaklık eden ırkçılık anlayışı, merkezine basitçe “Yahudi”leri koyan ve “Müslümanlar”ı öteki olarak tanımlayan bir anlayış değil. Karşımızda çok daha sofistike bir ırkçılık anlayışı var.
İsrail’in devlet ideolojisi haline gelen ve toplumda geniş karşılık bulan bu yeni ırkçılık anlayışı, “ev sahibi” ve “sığınmacı” ayrımına dayanır.
Bu anlayış devlete hükmettiği sürece de, politika “sığınmacıların yarattığı sorunları çözmeye”, “sığınmacılardan gelen tepkileri bastırmaya” ve yeri geldiğinde “sığınmacıları yaka paça dışarı atabilmeye” indirgenir.
* * *
İsrail, dünya düzenindeki birçok başka gelişme ve beklenti nedeniyle, bu yeni ırkçılık anlayışını devlet eliyle hayata geçirme imkânı buldu, buluyor.
Ne var ki dünyanın bütün gelişmiş ülkeleri, bu yeni ırkçılık anlayışının tehdidi altında. Bu ülkelerde, “sığınmacıların doğrudan devlet terörüne maruz kalmadığı”nı öne sürerek yaptığımız bu karşılaştırmayı anlamsızlaştırmak safdillik olur.
Bu yeni ırkçılık anlayışı, kaynağını Batı’dan alsa da etkilerini dünyanın farklı coğrafyalarında gösteriyor.
İşin hazin tarafı, bugün Türkiye toplumu da bu bağlamda yeni bir imtihanla karşı karşıya. “Suriyeli mülteciler” üzerinden medyada ve siyasette dile getirilen söylemler, bazı kesimlerin bu yeni ırkçılık anlayışını içselleştirdiklerini açık bir biçimde gösteriyor.
Etienne Balibar’ın “biyolojik ırk kavramına dayanmayan, ırksız bir ırkçılık” olarak tanımladığı bu yeni ırkçılığın başlıca ötekisi mülteciler.
Madem kötülüğün adını “yeni ırkçılık” koyduk, o zaman dönüp bir kere de kendimize bakalım. Suriyeli mültecilerle ilgili yorumlarımıza dikkat kesilelim birkaç dakika.
Belki de ondan önce dönüp içimize bakalım. “Türkiye’nin başına bela” oldukları artık kolaylıkla söylenen mültecilere. Keşke mesele sadece hükümetin dış politika çizgisini yıpratmakla sınırlı bir hal olsa. Ama değil.
Suriyeli mültecilere yöneltilen ötekileştirici dilin içinde “pis Arap” imgesine de, “sefil Doğulu” imgesine rastlamak mümkün. Gelin görün ki bu dilin içinde, kendisini en belirgin şekilde hissettiren vurgu, “burası bizim evimiz, herkes evine gitsin” vurgusu.
Ekmeğini paylaşmamak bir tercih olabilir.
Ancak, mazluma hınç ve nefret duymak bir tercih konusu olamaz.
Hele hele, ihtiyacı olanla ekmeğini paylaşanı suçlamak İsrailleşmektir.

[Akşam, 20 Temmuz 2014]

Etiketler: