Üniversiteler “Orta Sınıf Cehaleti”ne Emanet Edilemez

Üniversitelerin ideolojiler ve kimlikler üzerinden bölünerek yönetilemez hale gelmesi pek "çağdaş bir eğilim" değil.

Cehalet kavramını bir durumu, grubu ya da kişiyi aşağılamak için kullanmıyorum. Benim gözümde cehalet, sıradan bir gerçeklik. Toplumsal dünyada karşımıza çıkan birçok başka gerçeklik gibi. Kendisiyle yaşadığımız, yaşamak zorunda olduğumuz bir şey işte. Cehalet, türlü türlü. En görünür olanı, “orta sınıf cehaleti“. Bir başka deyişle “görünür olabilenlerin cehaleti…” Bir şey bilmeyenlerin değil, biliyor sananların cehaleti… Cehaletle savaşmanın, onu aşağılamanın bir anlamı yok. Ama onu tanımalıyız. Zira cehalet, hele ki orta sınıf cehaleti, sinsi siyasetlerle birleştiğinde kelimenin tam anlamıyla başa bela oluyor.

***

Gelin görün ki, “orta sınıf cehaleti“ni tanımak her zaman çok da kolay olmayabilir. Hele ki, karşınızda “yükseköğretim“, “üniversite“, “akademik özerklik” vb. gibi afili konular varsa. Pazartesi günü yazdım, açıkçası bir daha yazmayı da düşünmüyordum. Ancak, İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü üzerinden yürütülen kampanyanın geldiği nokta beni yeni bir yazı yazmaya itti. Bu süreçte genelde yükseköğretim, özelde yükseköğretimin yönetimi meselesine ilişkin nasıl bir cehaletle karşı karşıya kaldığımızı bir kez daha gördüm. Nedir bu kampanyanın amacı? “Sosyal demokratlar“ın adayı olduğu söylenen ve rektör atama sürecinin ilk adımını oluşturan oylamada birinci gelen Prof. Dr.Raşit Tükel’i İstanbul Üniversitesine rektör atattırmak. Yürüyüşler, basın açıklamaları, haştagler, sipariş televizyon söyleşileri, gazete haberleri, köşe yazıları vs… Fakat kullanılan dile, üretilen söyleme baktığımızda sanki bu kampanya, Prof. Tükel’i rektör yaptırmak üzerine değil, rektör yaptırmamak üzerine kurgulanmış gibi görünüyor. Daha doğrusu, “rektör olmaması durumunda oluşacak siyasi fırsat alanı” hesap edilerek kurgulanmış bir kampanya mahiyeti taşıyor. “Ataması gasp edilecek olan Raşit Tükel” diye bir cümle gördüm mesela. Hürriyet gazetesinin bir yazarı, Cumhurbaşkanına “üniversitenin milli iradesine saygı gösterin“, “birinci dururken ikinciyi ya da üçüncüyü seçmeyi aklınızdan bile geçirmeyin” diye sesleniyor.

Böylelikle aklınca “milli irade“yi savunmuş oluyor. Dedim ya, “orta sınıf cehaleti“!

***

Siyasi analiz yapmayacağım bu sefer. Kimdir bu sosyal demokratlar diye başlayıp, onun içindeki unsurları tek tek sayabilirim. Ahmet Necdet Sezer dönemini, o dönemdeki rektör atama süreçlerini, onlar karşısındaki “derin sessizliği” hatırlatabilirim mesela. Ama yapmayacağım. Meselem, yükseköğretim kurumlarının yönetimi meselesine ilişkin, karşımızda duran “orta sınıf cehaleti“… Şurası açık, her ne olursa olsun Türkiye’deki cari hukuki sürece saygı göstermek, atama sürecinin tamamlanmasını beklemek ve sonuca saygı duymak zorundayız. Eğer ki, Türkiye yükseköğretim alanının yeni bir yönetim felsefesine ihtiyacı var diyorsak da bu durumda yükseköğretim yönetimi (yükseköğretim üst yönetimi ve yükseköğretim kurumları yönetimi) meselesine ilişkin çağdaş eğilimleri analiz etmek ve Türkiye için bir model önerisinde bulunmak durumundayız. Fakat bir ön bilgi vermiş olayım. Üniversitelerin ideolojiler ve kimlikler üzerinden bölünerek yönetilemez hale gelmesi pek “çağdaş bir eğilim” değil. Kuzey Kore ile çağdaş olmak isteyenlere sözüm yok tabii. Yükseköğretim sistemlerinin yönetim ve denetim süreçlerinin genişlemesi ise küresel bir eğilim. Ve bu genişlemeye üniversitelerin kurumsal özerkliğini bahane ederek karşı çıkmak da artık ne doğru ne de mümkün. Dünyanın farklı bölgelerinde birçok yükseköğretim kongresine katıldım. Bunların hiçbirinde “kamu kaynağı kullanan bir yükseköğretim kurumuna, kamu otoritesi karışmasın” cümlesinin edildiğini duymadım.

Son olarak, şunu da eklemek zorundayım: Beğensek de beğenmesek de üniversitelerin kendilerini toplum, tarih ve kültür üstü kurumlar olarak kurgulama devri kapandı. Yeni bir devirdeyiz ve bu devre uygun yeni bir paradigmayla üniversitelere bakmak zorundayız.

[Sabah, 19 Mart 2015]

Etiketler: