Türkiye’nin Filistin Davası: Ahlaki Realizm

Trump'ın ABD büyükelçiliğini Müslümanların hassasiyetini hiçe sayarak Kudüs'e taşıması Türkiye'nin sert bir tepki göstermesine neden oldu.

Trump’ın ABD büyükelçiliğini Müslümanların hassasiyetini hiçe sayarak Kudüs’e taşıması Türkiye’nin sert bir tepki göstermesine neden oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan var olan bütün mekanizmaları harekete geçirdi. Düzenlenen mitinglerle Türk halkının Filistin hassasiyeti gözler önüne serildi. Dahası bu mitinglerle Erdoğan yönetiminin Filistin politikasının ideolojik bir yaklaşımdan ibaret olmadığı ve arkasında kitlelerin desteği olduğu ortaya konulmuş oldu. Uluslararası arenada da birçok adım atıldı. ABD büyükelçisi geri çağrıldı ve İsrail’in Ankara büyükelçisi ülkesine geri gönderildi. Papa başta olmak üzere onlarca lider nezdinde telefon diplomasisi yürütüldü. İİT dönem başkanı olarak bu teşkilatı harekete geçirdi. Tam da Teşkilatın kuruluş amacına uygun olarak Kudüs’ü sahiplenmeye çağırdı. Ortaya çıkan sonuç bildirgesi hem Filistin davasının sahipsiz olmadığını gösterdi, hem de gayet somut ve uygulanabilir bir içeriğe sahipti. Bir başka deyişle “İsrail’e karşı ne yapılabilir?” sorusunun cevabı verilmiş oldu. Bildirgenin otuz maddenin tümünün üye ülkeler tarafından uygulanmayacağı aşikar. Hatta üye ülkelerin birçoğu zaten Filistin’i yalnız bırakmış durumda ve kendileri için bir yük olarak görmekteler. Ancak Türkiye’nin öncülüğünde ortaya çıkan iradenin mutlaka bir karşılığı olacaktır.

Genel anlamıyla Filistin davasında ve son İsrail saldırıları karşısında Türkiye’den yükselen tepkileri ahlaki ve stratejik düzeyde değerlendirmek mümkün.

Özellikle son birkaç yıldır Filistin meselesi üzerinde konuşurken doğal olarak İsrail’in katliamları ve yarattığı insani trajediye odaklanıyoruz. İsrail ‘Kanlı Pazartesi’ katliamında sekiz aylık Leyla ile daha önce iki bacağını kaybeden Ebu Salah’ı bile katledince meselenin ahlaki ve duygusal boyutu doğal olarak ön plana çıkıyor. Türkiye’den gerek resmi düzeyde, gerekse kitlelerden yükselen tepkiler de bu noktaya yoğunlaşıyor.

Bütün bu tepkilerin ahlaki boyutta yoğunlaştığını ifade etmek mümkün ve bu gayet doğal ve ayrıca oldukça değerli. Türkiye birçok meselede olduğu gibi bu konuda da insanlığın vicdanı oluverdi. Tepki göstermekle kalmadı, Gazze’de yaralananların tedavi edilmesi için de gerekli girişimlerde bulundu ancak İsrail ve Mısır bunun önüne geçti. Bu ahlaki tepkilerin aynı zamanda stratejik düzeyde izlenen siyasetin tamamlayıcısı olduğunu gözden kaçırmamak gerekir.

Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin inişli çıkışlı seyri çoğu zaman İsrail’in attığı adımlardan rahatsız olan Türkiye’nin ilişkilerin seviyesini düşürmesinden kaynaklanmıştır. 1956’da Süveyş saldırısı sonrası, 1980’de Doğu Kudüs’ün ilhak edilerek Kudüs’ün İsrail tarafından başkent ilan edilmesi karşısında ilişkiler en alt düzeye indirildi. 2002-2008 yılları arasında da Türkiye İsrail-Filistin arasındaki meselenin çözümlenmesi için ciddi çabalar sarf etti. 2006’daki müzakereler, İsrail ile Suriye’yi masaya oturtma aşamasına gelmişken başlayan İsrail’in Lübnan’a saldırması bu çabayı akim bıraktı. Benzer bir duruma 2008’de Gazze’nin işgal edilmesi ile şahit olduk. Kısacası İsrail, Türkiye’nin bütün çabalarını sabote eden bir tavır takındı. Mavi Marmara gemisine yapılan saldırı ise ikili ilişkilerin dip yapmasına neden oldu.

2012 yılında Filistin yönetiminin BM’ye gözlemci üye olarak kabul edilmesi için sarf ettiği çaba iki devletli çözümün bir parçası olarak okunabilir. Kaldı ki bu iki devletli formül BM ve uluslararası toplum tarafından da kabul görmektedir.

Bu tutarlı çizgi bir yana, Trump yönetiminin Filistin meselesine yaklaşımı ve İsrail’in bu çerçevede attığı adımlar da Türkiye için kabul edilebilir adımlar değil. ABD büyükelçiliğinin Kudüs’e taşınmasından sonra Filistinli güçlerin tamamen tasfiye edilmesi ve İsrail yayılmacılığının daha hızlı bir şekilde gerçekleştirilmesi için oldukça rahatsız edici adımların geleceğini görmek zor değil. Böylesi bir durum Filistin devletinin, otoritesinin ve hatta halkının orta vadede yok olması anlamına geliyor. Bu plan Türkiye’nin Ortadoğu politikası ile stratejik düzeyde uyumsuzluk göstermekte ve doğal olarak Türkiye’nin tepkisini çekmektedir. Türkiye’nin gerek diplomatik, gerekse insani düzeyde gösterdiği tepkileri bu çerçevede değerlendirmek gerekir.

İİT zirvesinde ortaya çıkan metin de gösteriyor ki, Türkiye İsrail’i sıkıştırmaya dönük adımlar atmayı sürdürecektir. Türkiye’nin bu konudaki yalnızlığı ise İslam dünyasının ayıbı olarak kalmaya devam edecektir.

[Fikriyat, 21 Mayıs 2018]

Etiketler: