Türkiye Okumalarındaki Sorun

ABD ve diğer Batı ülkeleri Türkiye'yi yalnızlaştırma ve hatta kuşatma çabasına girdiler.

İki gün önce Washington’da Türkiye’ye dair saplantılı bir bakış açısının var olduğunu ve ABD’nin yeni gerçeklere uygun rasyonel bakış açısı geliştiremediğini yazmıştım. Bunun üzerine bir örnek daha çıktı. Trump’a yakınlığıyla bilinen Senatör Lindsey Graham ve James Lankford Wall Street Journal’da Türkiye’nin cezalandırılması gerektiğini dile getiren bir yazı yayınladı. Bu yazı da aynı Türkiye takıntılarını taşıyor.

Türkiye’nin kendi ulusal güvenliği adına atması gereken adımları göz ardı ediyor. Türkiye’yi cezalandırılması gereken bir “eski müttefik” olarak görüyor. Böyle bir işin somut olarak ABD’ye ne fayda sağlayacağı bile söylenmemiş. Sonuçları hesaplanmamış. Duygusal bir hezeyan olduğu çok açık.

Dediğim gibi bu “ihanet” hissi Washington’ı bu günlerde teslim almış gibi. Asıl ihanet edenin Amerika olduğunu kabullenseler rahatlayacaklar. Türkiye’nin tavrını bir ihanet meselesi olarak görmekten ziyade Türkiye’nin şartlarını biraz soğuk kanlı biçimde değerlendirmeye çalışsalar Türkiye’nin ne yapmaya çalıştığını daha iyi anlayıp rasyonel bir diplomasiye dönebilirler. Ama bu konuda çok iyimser değilim. Zira Türkiye’nin yeni gerçeklerine dair yeni okumalar üretmeye çalışanlar dahi eskinin kavramlarını bir kenara bırakabilmiş değil.

Bunun son örneklerinden biri de Graham Fuller. 2 Aralık tarihinde yayınladığı bir yazıda Fuller Türkiye’yi illa kontrol edilmesi gereken bir ülke olarak görmek yerine makul düzeyde ilişkiler kurulabileceğini ve Türkiye’nin genel olarak Batı dünyasından kopmak istemediğini anlatmaya çalışıyor. Ama bu yazıda bile Türkiye analizi genel olarak kültüralist bir perspektife çakılıp kalmış. Türkiye’nin emperyal geleneğinden, İslam dünyasında önemli bir rol oynama çabasından falan bahsediyor. Türkiye’nin dış politikasını bu “heveslerin” şekillendirdiğini ima ediyor.

Halbuki çok basit ve daha doğru bir Türkiye okuması yapmak mümkündür. Türkiye’nin arayışlarını kimliğe dayalı bir heves olarak nitelendirmek yerine son on yıl içinde olup bitene samimiyetle bakmak yeterlidir. Evet, Türkiye Batı’nın kontrol edemediği bir ülke haline geldi. Ama bunun sebebi basit bir heves değil bir mecburiyetti. Çünkü ABD ve diğer Batı ülkeleri Türkiye’yi yalnızlaştırma ve hatta kuşatma çabasına girdiler. Türkiye de buna cevaben kendi öz kaynakları üzerinden bir diplomasi inşa etmeye başladı. Başarılı oldukça da güçlendi. Güçlendikçe de İslam dünyasının sesi olma konumuna otomatik olarak geldi. Fuller gibiler hala bunu Nasırcılık’la ilişkilendirme eğiliminde. Halbuki Türkiye’nin dış politikası hırslı ve saldırgan bir hevesten ibaret değil. Aksine Türkiye kendi çıkarları çerçevesinde Batılı ülkeler başta olmak üzere her konuyu her aktörle müzakere edebilir. ABD gibi duygusal takıntılara hapsolduğu söylenemez. Bunun örnekleri var. Suriye’de Türkiye hem ABD hem Rusya ile defalarca masaya oturdu. Yeter ki, makul teklifler olsun.

Ama yok eğer Türkiye’yi cezalandırmak gibi duygusal tepkiler olacaksa Türkiye bunların hepsine direnmek mecburiyetindedir. Veya Türkiye hala yayılmacı, ideolojik ve heveskar bir aktör olarak tarif edilecekse bu da makul ilişkilerin önünde bir engeldir. Tavsiyemize kulak asacaklarını sanmam ama önce Türkiye’nin gerçek güvenlik kaygılarını anlasalar en azından doğru bir başlangıç yapmış olurlar.

[Sabah, 7 Aralık 2020]

Etiketler: