CHP Genel Sekreteri Bülent Ecevit'in istifasi üzerine Sosyal Demokrasi Dernekleri Federasyonu ( SDDF ) üyesi bir grup gencin genel merkez binasını işgali sırasında Genel Sekreter Yardımcısı Turan Güneş de pencereye çıkmaya çalıştı. (1971 / AA)

‘Tek Adamlık’ Söyleminin Yapıbozumu: Habermas, Bourdieu ve CHP

Varoluşunu ve yapısal-ontolojik kodlarını terör ve şiddete bağlamış ve buradan devşirilecek yöne muhtaç ve mecbur bir örgütsel topluluğun, halk, demokrasi, hukuk, barış, özgürlük, irade, saygı, müzakere, eşitlik, adalet kavramları üzerinden sahte bir siyasi alan inşa etmesinin ve ülkenin siyasasına bunu dayatmasının trajik ve ironik hallerini hep beraber yaşıyoruz.

Sosyal bilimlerde, birbirine zıt iki kavramsal örgüyü ifade etmek, bazen anlamı kuvvetlendirmek bazen ise edebi sanatlardan bir tür olarak hicvin etkinliğine başvurmak için kullanılan bir kavram vardır: ‘oksimoron’. Ne var ki, bir araya gelemeyecek olguların manipülasyonu için başvurulabilen bir manivelaya da dönüşebiliyor bugün. Belki de hakikat-ötesi durumun bize bir hediyesi bu.

Öyle ki, siyasi tarihimizde geçtiği yerlerde bu ülkenin insanına acı, baskı, sistematik zulüm ve yokluk bırakmış olan bir siyasi yapının, demokrasinin yapısal zeminine ve demokratik süreçlerin inşasına ilişkin kullandığı didaktik ve kibirli dile, barındırdığı derin varoluşsal çelişkilere hayret ede ede şahit olabiliyoruz.

Ya da varoluşunu ve yapısal-ontolojik kodlarını terör ve şiddete bağlamış ve buradan devşirilecek yöne muhtaç ve mecbur bir örgütsel topluluğun, halk, demokrasi, hukuk, barış, özgürlük, irade, saygı, müzakere, eşitlik, adalet kavramları üzerinden sahte bir siyasi alan inşa etmesinin ve ülkenin siyasasına bunu dayatmasının trajik ve ironik hallerini hep beraber yaşıyoruz.

Veyahut henüz çok yakın geçmişte kimliği, değerleri, hayat tarzı ve sosyal-sınıfsal aidiyetlerinin tamamına sistematik ve ihtiyari şekilde kastedilmiş siyasi aktörlerin, bugün fail zümrenin siyasal vizyonu ve diline sahip çıkışını salt kişisel-psikolojik bagajlara mı yoksa psikiyatrinin politik psikolojiye kazandırdığı Stockholm Sendromu’na[1] referans veren daha yapısal/süreçsel bir soruna mı işaret ettiği konusuna halen kafa yoruyoruz.

Tecrübeler farklı, zeminler farklı, hikâyeler farklı, açıklama parametreleri farklı olsa da gelinen noktada tüm farklılıkların ortaklaştığı bir söylem dili ve politik strateji karşımızda duruyor: ‘tek adamlık’ / ‘otoriterizm’ / ‘diktatörlük’ üzerinden kodlanan ve üretilmeye yoğunlaşılan bir ‘meşruiyet sorunu’.

Peki bu, Türkiye siyasi hayatında ilk defa karşılaşılan bir şey mi? Önce, ‘neden böyle yapılıyor’ sorusuna yoğunlaşalım, ardından tarihsel tecrübeye bu zeminden bir göz atalım.

Habermas, geç kapitalist ülkelerdeki gelişmiş demokrasilerin bir süredir bir kimlik krizi ile karşı karşıya bulunduğu ve bunun küresel çapta giderek yayılacak bir olguya dönüşebileceğini belirtiyor ve ekliyordu: “bu tehlikenin adı ‘meşruiyet krizi’dir”. Esasen o, içerisinden geldiği neo-Marksist Frankfurt Okulu’nun meşhur eleştirel kuramının güncel bir yorumu olarak meşruiyet krizi derken, kapitalizmin yalnızca iktisadi değil siyasi ve idari açıdan da birtakım sorunlar doğurmasını ve bunlarla baş etme kapasitesini sorguluyordu. Ve bir sonuç olarak ortaya çıkan meşruiyet krizinin temelinde, siyasal sistemdeki değişimlerden kaynaklanan ve mevcut meşruiyet kaynağı ile karşılanamayan toplumsal düzen problemlerine yeterli ve inandırıcı bir meşrulaştırma sağlayamamak olduğunu söylüyordu. Ona göre yönetimleri meşrulaştıran geleneksel ahlaki değerlerin ortadan kalkmasıyla insanların yönetime duyduğu güvensizlik durumu, gelişmiş Batı demokrasileri için ontolojik bir kimlik krizi olarak ‘meşruiyet krizi’ni açığa çıkarıyordu.

Toplumların rasyonelleşmesi ve eski meşruiyet kaynaklarının (mitoloji, büyü, Kilise) yıkılması, yeni dönemde modern yönetimler için yeni meşruiyet zeminleri olarak demokratik seçimler ve yazılı anayasaları işaret ediyordu. Gelinen nokta ise küresel ve sofistike toplumsal krizlerle baş edebilmede sorun yaşayan Batı demokrasileri için, aşırı sağın yükselişi, toplumsal düzensizlikler ve popülist siyasetin ivme kazanması gibi temel yapısal sorunları doğuran bir durumu karşımıza çıkardı. Meşruiyetin demokrasiler için kritik önemi de burada belirdi. Zira meşruiyetin demokrasi kavramına içkin bir kavram olarak vazgeçilmez oluşu, toplumun rızasına dayanmayı ifade eden bir sistemi üretmesinin yanında, vatandaşların kurallara uymasını sağlayan ve kolektif eylemsel sorunların çözümünü kolaylaştırarak siyasi sistemin istikrarını artıran karakteriyle ilgilidir.

Batı dünyasında özellikle son otuz yılda yoğunlaşan bir mesele olarak meşruiyet krizinin varlığı ve eğer varsa neresinde olunduğu halen tartışılmakta. Üstelik bu yeni bir şey de değil. 1960’lardan bu yana demokrasinin kriz teorileri hakkında çokça akademik çalışma yapıldı. O’Conner, Offe, Habermas gibi Marksist kökenli sosyal bilimciler, kapitalizmin temel çelişkilerinin demokrasinin meşruiyet kriziyle sonuçlandığını belirtirken Crozier, Huntington gibi sosyal bilimciler de refah devletinin genişlemesinin ve modern toplumlarının artan karmaşık yapısının, demokrasinin meşruiyetinin azalmasına yol açan yönetebilirlik sorunları yarattığını iddia ettiler. Lipset gibi akademisyenler ise toplumsal hızlı değişimlerin bir meşruiyet krizine yol açabileceğini belirtirken, Inglehart post-endüstriyel toplum yapısında yeni bireyselliklerin yeni tür siyasi katılım biçimleri (yeni medya vb.) üzerinden demokrasilere ve onların meşruiyetlerine meydan okuyup okumayacağını sorguluyordu. Fakat yine de bunlar şimdilik teorik tartışma düzeyinde yürüyen analiz biçimleri. Yakın zamanda gerçekleştirilen deneysel çalışmalar ise, demokrasilerin ciddi bir meşruiyet krizi yaşadığına dair ampirik bir kesinlik/kanıt sunmuyor.

Çoğu bilim insanı için asıl önemli olan, vatandaşlar tarafından mikro düzeyde verilen meşruiyet yargıları ve ampirik çalışmalarda bunun siyasi destek baremi tarafından ölçülebilir olması. Easton gibi isimler 1970’lerden beri bu olguyu inceliyor. Buna göre vatandaşların meşruiyet yargılarının göstergesi olarak tarif edilen siyasi destek türleri üç düzeyde beliriyor: siyasi otorite, siyasi sistem ve siyasi topluma yönelik destek. Bu şemalandırmada ise aşağıdan yukarıya çıkılırken siyasi otorite en spesifik destek türünü, siyasi toplum ise en yaygın destek türünü ifade ediyor. Ara katmanda yer alan siyasi sistem ise, siyasi kurumlara, hükümetin performansına ve sistemin işleyişine dair orta-düzey istikrarlı bir destek türüne işaret ediyor. Burada önemli ve kritik olan husus şu: spesifik destek, tanımı gereği kısa vadeli faydaya dayalı iken yaygın destek daha uzun-vadeli ve istikrarlı bir desteği ifade ediyor ve çoğu sosyal bilimci tarafından ‘meşruiyet’ olarak tanımlanan destek türü, normlara ve değerlere dayalı olan bu destek türü. Dolayısıyla meşruiyet, ideal normlar ve gerçek pratikleri birbirine bağlayan hüküm koyucu bir yargı biçimidir; siyasi destek ise, ölçülebilirliği sağlayan daha geniş bir değerlendirme biçimidir.

Bu ölçülebilirliğin devlet-millet ilişkisine bakan sonucu ise ‘siyasal güven’ şeklinde tezahür ediyor. Bu yönüyle güven, siyasal otoritelere ya da siyasal sisteme yönelik yaygın destek olarak tanımlanırken, ampirik çalışmalarda siyasal güvenin göstergesi, kişilerin kendilerinin de bir parçası olduğu siyasi topluma, siyasi sisteme ve seçimle işbaşına gelmiş iktidarı temsil eden siyasi otoriteye yönelik duydukları güveni ifade eder. Bu ise, iki temel düzey arasında net ve keskin bir ayrımı gerektirir: siyasal güveni etkileyen bir parametre olarak vatandaşların hükümet politikalarından ve bunların sonuçlarından duydukları hoşnutsuzluk (kısa-vadeli faydaya dayalı yargı biçimi) ile meşruiyet (uzun-vadeli, normlara dayalı yargı biçimi) arasındaki kavramsal ayrım.

Bununla birlikte, kısa vadeli faydaya ve performansa dair bir durum olarak güven aşınmasının sürekli hale gelmesi, sistemin uzun-vadeli meşruiyetini tahrip eder. Bu nazardan, devlet ile millet arasında oluşan ve derinleşen bir güven bunalımı, hükümetin hükümet edebilme kapasitesini sınırlar, paralize eder ve kriz anlarında yönetme kabiliyetini engeller. Hele ki yerleşikleşmeye ve kurumsallaşmaya çalışan demokrasilerde, süreklilik arz eden böylesi bir güven bunalımı çok daha tahripkâr sonuçlar üretir. Liderlik tartışmasından başlayarak mikro-etnik-sınıfsal düzeyli çatışma riskleri, siyasal-sivil hakların kullanım alanlarının daralmasına eşlik ederek demokrasinin zemininin erimesi tehlikesini doğurur. Bu güvensizliğin bir fonksiyonu ve sonucu olarak demokratik siyasete reel etki ise, popülizmin önünün açılması, marjinalleşmeye dönük eğilimlerin ivme kazanması ve siyasal-sivil katılımın önünün kesilmesi riski olarak tezahür eder. Bu ise, Batı toplumları için son dönemde Putnam, Fukuyama, Bourdieu gibi isimlerin sıkça tartıştıkları ‘sosyal sermaye’ kavramını tartışmaya açar. Güven, normlar, dayanışma, aidiyet, iş birliği, iletişim gibi toplumun etkinliğini kolaylaştıran sosyal organizasyonların özelliklerine gönderme yapan ve bireyin ait olduğu siyasi topluma -ki bu, millettir- olan sosyo-psikolojik bağlılığını ve ülkesinin siyasal kaderine ortak yön verme istekliliğini anlatan ‘sosyal sermaye’ kavramı hasar görür. Sonuç ise, bir bütün hasılada, meşruiyet krizinin patlak vermesidir.

Türkiye’nin demokrasi tarihine dönüp bakıldığında, bahsi edilen çerçeve üzerinden meşruiyet krizinin oluşturulma dinamikleri, zeminleri ve sonuçları hakkında sanırız yeterince fikir sahibiyiz.

Peki Türkiye’de tarihsel süreçte Cumhuriyet Halk Partisi’nin koordine ve dizayn ettiği, ardı sıra ise farklı siyasi zeminlerden gelen kurum, yapı ve aktörlerin buna dönem dönem eklemlenerek yürüttükleri siyasi mücadele biçimini, Habermas ve Bourdieu gibi düşünürlerin ‘meşruiyet krizi’ ve ‘sosyal sermaye’ kavramları üzerinden yaptığı analizlere hamlederek mi anlamak gerekir? Ya da bu teorik çerçevenin bize anlattıkları nedir ve bizim pratiğimizde bunlar nereye düşer?

Bu sorular önemli; zira ilgili düşünürlerin sunduğu teorik çerçeve, Türkiye’deki sistem ve iktidar tartışmalarının yükseldiği politik strateji, söylem dili ve bunların sonuçları hakkında ciddi fikir veriyor.

Çok partili hayata geçildiğinden bu yana, bu ülkede meşru seçimlerle işbaşına gelen istisnasız her hükümetin ve siyasi aktörün, ‘tek adamlık’ söyleminin kastettiği ‘meşruiyet krizi’ merkezli bir stratejinin ve söylemin hedefi olması, bize demokrasiye dair çok temel sorunları aşamadığımızı gösteren acı bir fotoğraf sunuyor. Nitekim Menderes, Özal ve Erdoğan’ın karşı karşıya kaldığı suçlama ve ithamların niteliği, mahiyeti ve dozuna baktığımızda, zaman geçse ve siyasi figürler değişse de mantalitenin ve başvurulan mücadele stratejisinin çok değişmediğini gözlemliyoruz.

27 Mayıs 1960 darbesine giden süreçte 1957 seçimlerinin hemen ardından başlayan süreç, CHP’nin Demokrat Parti ve Menderes’i ‘meşru olmayan rejim’ olarak tanımladığına şahitlik yapacaktı. O seçimlerde yüzde 47,7’lik oy almış DP’yi, toplumun yarısından fazlasının altına düştüğü için ‘gayrimeşru’ ilan eden İsmet İnönü liderliğindeki CHP, içinde bulundukları sistemin parlamentarizm olduğunu da DP’nin parlamentoda tek başına iktidara gelebilecek sandalye sayısına eriştiğini de çok umursamıyordu. Seçim sistemine dönük teknik itiraz ve eleştirilerin mümkün ve meşru olması ayrı bir şey iken, buradaki sorun seçilmiş bir siyasi aktöre ‘gayrimeşru’ yakıştırmasını bilinçli bir siyaset biçimi olarak kullanmaktı. 1960 darbesinin üç temel sacayağı olarak nitelenebilecek medya-sokak-üniversiteler üçgeninde bu siyasal mücadele biçiminin ve söyleminin aks-i seda bulması, sistemin topyekûn olarak paralize olmasını tetikliyordu. Öyle ki 1958-60 arası CHP’nin siyasal söylem tonu ve medya ve sokaktaki gösterilerde seçilen kavramlar bize bu konuda fikir verecek cinsten: ‘diktatör’, ‘Hitsolini diktatör’, ‘Neron’, ‘tek adam’. Yine 1957’de Dünya, 1958’de de Ulus Gazetesi’nde yayımlanan, varlığı tartışmalı Atatürk’ün Bursa Nutku, dönemin medyasında DP iktidarının meşru olmadığını takrir için servis ediliyordu. Cumhuriyet ve Milliyet gazetelerinin öncülüğünde başlatılan propagandif kampanyada ana slogan olarak ‘ordu-gençlik elele’ sloganı seçiliyor, İstanbul ve Ankara’daki öğrenci olayları, hep ‘gayrimeşru iktidar’ teması üzerinden işletiliyordu. Darbenin gerçekleştiği 27 Mayıs sabahı Milli Birlik Komitesi, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden, Rektör Prof. Sıddık Sami Onar başkanlığında bir grup öğretim üyesini Ankara’ya getirip bir komisyon kuruyor; söz konusu komisyon 28 Mayıs günü açıkladığı raporunda DP iktidarını, ‘yıllar önce meşruiyetini kaybetmiş bir iktidar’ olarak tarif ediyordu. Bunu ise, DP iktidarının karşı-devrime dönüştüğü argümanı üzerinden sunuyor ve Atatürk ile ilgili her tür sembolizmin merkezde olduğu bir meşruiyet tartışmasını işliyordu. Nitekim MBK’nın hemen bütün üyeleri de ayrı ayrı yaptıkları açıklamalarla bu hususta özel bir gayretle DP iktidarının meşru olmadığı vurgusunda ortaklaşıyorlardı. Öyle ki, 27 Mayıs çok uzun süre basında, kamuoyu demeçlerinde ve hatta resmi yazışmalarda ‘İkinci Cumhuriyet’ kavramıyla özdeş hale gelmişti. DP ve Menderes’in gayri meşruiyetini pekiştirecek; ihanet, toplu katliam, iç savaş tertibi, sistematik cinayetler, işkenceler, büyük çaplı yolsuzluk ve hırsızlıklar temalı akıl almaz suçlama ve iddiaları -ki tamamının yalan olduğu kısa sürede ortaya çıktı- içeren haberler de darbenin hemen ardından büyük bir kitle iletişim seferberliğiyle topluma servis ediliyordu. Bunların tümü, tartışmasız, siyasi ve toplumsal zemine Menderes’in ve DP’nin yıllar boyu iktidarı gasp eden gayri meşru siyasi aktör olarak kodlanması içindi. Politik sonuçları ise ülkeye bu şekilde dönmüş oldu.

Meşruiyet sorunu kodlamasının bir başka, daha yakın tarihli örneği Özal üzerinden şekillenen siyasi tartışmalardı. Özal’ın, Türkiye parlamenter sistem içerisindeyken 1989’da cumhurbaşkanlığına adaylığı sürecinde ve cumhurbaşkanı seçilmesinin akabinde sistematik biçimde muhatap olduğu ‘tek adamlık’, ‘otoriterlik’ ve ‘gayrimeşruluk’ ithamları ve bu doğrultuda uygulanan yoğun kampanyalar, Türkiye’deki demokratik siyaset ikliminin doğasından sapmasının ve enfekte edilmesinin bir başka örneği idi. Dönemin muhalefet partisi SHP’nin genel başkanı Erdal İnönü’nün tüm süreç boyunca kullandığı siyasi söylemin ana zemini, Özal’ın cumhurbaşkanlığının meşru olmadığı argümanına oturuyordu. Dolayısıyla da yaptığı ve icra ettiği hiçbir hükmün demokratik olamayacağını, halkı temsil edemeyeceğini, sadece ANAP’ın Cumhurbaşkanı olarak kalacağını, seçildiği takdirde elini dahi sıkmayacağını, TBMM’deki yemin törenine katılmayacaklarını defaten ikrar etmekte idi. Bu, esasen yukarıdaki teorik çerçevenin bize anlattığı ve bir güven kopuşunun öncelikle devlet ile millet arasında, ardından topyekûn siyasi sistem ve siyasi toplumun meşruiyet krizi ile sınanmasına dönük tehlikeli bir siyasi dili işaret eden bir ton. Benzer bir tavrı dönemin ana akım medyasında da görmek mümkün. Öyle ki, “… nüfusu 55 milyona ulaşan bir ülkenin cumhurbaşkanı olarak Turgut Özal’ın arkasındaki tek destek Meclis’e sıkışıp kalmış 288 milletvekili olacak” diye yazan bir köşe yazarından, Özal’ın bu süreçteki tavrını bir ‘dikta’ya benzetip, Türkiye’yi ‘Özal diktatörlüğü’ne terk etmeyeceklerini belirten bir başka etkili gazeteciye, yine buradan Özal’ın anayasada yer aldığı şekliyle laikliği benimsemediğini ve bunu da eylemleriyle gösterdiği için cumhurbaşkanlığının sakıncalı olacağını iddia eden köşe taşı bir medya yöneticisine kadar çok sayıda karşı propagandanın, yine aynı dil ve çerçeve üzerinden Özal’a karşı argümanlaştırıldığı bir tecrübe yaşandı bu ülkede.

Bu bakımdan, yakın tarihte 2007 Cumhurbaşkanlığı seçim süreci ve sonrasında AK Parti’nin Cumhurbaşkanı sıfatıyla Abdullah Gül’e yönelik ‘meşruiyet krizi’ üretme çabalarının, medya-sivil toplum-akademi-yargı-asker-bürokrasi parantezinde algılanış ve icra ediliş biçiminin tarihsel süreçteki yukarıda anlatılan muadilleriyle pek bir farkının olmadığını not etmek gerekiyor. Fakat buradaki asıl mesele, Erdoğan üzerinden cisimleşen bir siyasi gerçeklik durumu. O da, gerek ülke parlamenter sistemde iken kazandığı Cumhurbaşkanlığı seçimi gerekse Türkiye’nin sistem değişikliğine gittiği referandum da dahil sonrasında başkanlık sistemine geçildikten sonra kazandığı Cumhurbaşkanlığı seçiminin bizatihi kendisi etrafında yapılagelen ‘gayrimeşruluk’ suçlamaları ve 20 yıllık AK Parti iktidarı dönemi boyunca sistematik ve yoğun şekilde karşı karşıya kaldığı ‘tek adamlık’, ‘otoriterlik’, ‘diktatörlük’ ithamlarının kök sebebi ve bunların işaret ettiği ‘meşruiyet krizi’dir. Son yirmi yılda, meseleye ilişkin sayısız itham ve iradi şekilde kullanılan radikalize ve kriminal dilin, bu anlamda, beslendiği bir tarihsel tecrübe havuzu bulunuyor. Yani, Türkiye siyasi tarihi açısından yeni bir durum olmadığını söylemenin yanı sıra, asıl sorulması ve üzerinde durulması gereken şey, bu siyasi söylem ve mücadele biçiminin neden tarihsel süreç boyunca aynı siyasi çizgi (CHP) tarafından koordine edilip buna çok farklı siyasi yapıların -farklı gerekçelerle de olsa- angaje oldukları ve buradan ne tür politik neticelerin devşirilmek istendiğidir. Yukarıdaki teorik çerçeveye dikkatlice bakmak, bu soruya cevap verme konusunda işimizi hayli kolaylaştıracak. Bunun için ise tek bir şey gerekiyor: refleksif olmayan, aşırı yüklü psikolojik ve ideolojik tortulardan arınmış sağlıklı ve yalın bir zihin. Tarih ve teori, ancak bu şekilde öğretir insana çünkü.

[1] Rehinelerin, kendilerini rehin alan kişilerle geçirdikleri sürenin sonunda onlara yardım etmeye başlamaları ve nihai olarak da onlarla özdeşim kurmalarına psikiyatride verilen isimlendirme. Öyle ki psikiyatrlar bu sendromu, insanın kendisini zora sokan ve üzen koşulları benimsemesi, savunması, bu koşulları yaratan nedenleri görmemesi ve hatta bir noktadan sonra ezenin yanında yer alması durumu olarak tarif ediyorlar.

[Sabah, 18 Aralık 2021]

Etiketler: