Varoluşunu ve yapısal-ontolojik kodlarını terör ve şiddete bağlamış ve buradan devşirilecek yöne muhtaç ve mecbur bir örgütsel topluluğun, halk, demokrasi, hukuk, barış, özgürlük, irade, saygı, müzakere, eşitlik, adalet kavramları üzerinden sahte bir siyasi alan inşa etmesinin ve ülkenin siyasasına bunu dayatmasının trajik ve ironik hallerini hep beraber yaşıyoruz.
Son haftalarda kadınlar ve gençler üzerinden yapılan toplumsal değişim tartışmaları iç gündemi meşgul ediyor. Odakta daha ziyade "muhafazakarlığın dönüşümünün" yer aldığı bu tartışmalar herkesin kendi yarasından konuştuğu duygusal ve tepkisel bir zeminde yürüyor.
Kendi cemaatlerinin hakikatini mutlak kabul eden şebekelerin sosyal ağlarda farklı olana tahammüllerinin asgari seviyelerde seyretmesi, demokratik olduğu iddia edilen bu alanların gerçekte ne denli dışlayıcı olduğunu göstermektedir. Kutuplaşma söylemi içerisinde anlamlı bir yere oturan bu sosyolojik görünüm aslında Türkiye’nin bugüne kadar tek kutuplu bir sosyal yapı arz ettiğini de ortaya koymaktadır.
Başlarda özgürlüklerin genişletilmesi bağlamında değerlendirilen sanal mecralara yönelik aşırı iyimser tutumların yerini korku ve endişeye bıraktığı görülmektedir. Ulus devletler Facebook ve Twitter gibi küresel şirketleri kendi egemenliklerini tehdit edici aktörler olarak değerlendirmekte ve bu yönde önlemler almaktadır.
Avrupa'da çok kültürlülük söyleminin geldiği noktayı da sorgulamamız gerekir. Fakat şu anda aslolan, Avrupa Parlamentosu seçimleri vesilesiyle konuşulması gereken, Avrupa Birliği fikrine ne olduğu sorusudur.