Suriye Saldırısı ve Trumpçı Dış Politika

ABD-İngiltere-Fransa koalisyon saldırısının çerçevesinin son derece net çizilerek sadece kimyasal programa karşı gerçekleştirilmesi uluslararası normların kollanması konusunda sınırlı bir iş birliğine işaret ediyor. Ancak bu iş birliğinin uluslararası normların korunması yönünde kapsamlı bir çabaya dönüşmesi zor görünüyor.

Trump yönetiminin Esad’ın kimyasal saldırısına cevabı kısa ve net oldu. İngiltere ve Fransa’yla birlikte gerçekleştirilen operasyon tamamen rejimin kimyasal kapasitesini ortadan kaldırmaya yönelikti. Bu cezalandırmanın ölçeği Suriye’deki iç savaş dengelerini değiştirmeyecek şekilde dizayn edilmişti. Saldırının Rusya’yla çatışmasızlık mekanizmasının titiz bir biçimde çalıştırılarak gerçekleştirilmesi ve Rusya’nın hava savunma radarlarını çalıştırmasına rağmen ittifakın füzelerini düşürmeye çalışmaması hem ABD’nin hem de Rusya’nın saldırının daha geniş bir çatışmaya dönüşmesinden imtina ettiğini gösteriyor. İç savaş dengelerini değiştirmeyeceği kesin olan bu cezalandırma saldırısının Başkan Trump’ın iç politika kaygılarıyla ulusal güvenlik elitlerinin bölgesel ve küresel stratejik öncelikleri doğrultusunda gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Ancak ABD’nin DEAŞ’la mücadele, İran’ın geriletilmesi, uluslararası normların kollanması gibi farklı ve zaman zaman birbiriyle çelişen bazı hedefleri olmasına rağmen bunların kapsamlı bir Suriye politikasına tekabül ettiğini söylemek mümkün gözükmüyor.

Rusya soruşturması

Trump yönetimi iktidarı devraldığı günden neredeyse beri skandalsız bir hafta geçirmedi. Bu skandalların birçoğu Trump’ın sert ve sıklıkla aşağı-layıcı retoriğinden kaynaklanan algısal skandallar olarak değerlendirilebilir. Dini ve ırki birçok azınlığı hedef alan sözlerini veya ana akım medyayla Twitter üzerinden başlattığı tartışmaları bu kategoride değerlendirebiliriz. Trump’ın ‘kaos’ yönetimi anlayışından kaynaklanan onlarca üst düzey kovulma, istifa ve ayrılmayla sonuçlanan skandallar da Beyaz Saray’ın bürokrasiyi etkin bir biçimde yönetemediğine işaret ediyordu. Bunlardan daha önemlisi ise Rusya soruşturması ekseninde gerçekleşen skandallar oldu. Trump’ın özel avukatının evinin, işyerinin ve otelinin FBI tarafından basılarak bütün belge ve kayıtlarına el koyulması da Rusya soruşturması kapsamındaki skandallara örnek teşkil ediyor. Suriye saldırısının Rusya soruşturmasının Trump’ın avukatı Michael Cohen’e ulaşmasının hemen sonrasında gerçekleşmesi de meşhur Wag the Dog filminde olduğu gibi başkanın dikkat dağıtma çabası olduğu yönünde tartışmalar başlattı. Rusya soruşturması Trump yönetimini prestij anlamında yıpratan bir süreç olmanın ötesinde Rusya’yla kumpas ispatlandığı takdirde başkanın görevden azli sürecinin başlatılmasına yol açabilecek hukuki bir süreç. Soruşturmanın avukatına ulaşması başkanın etrafındaki soruşturma çemberinin iyice daraldığına işaret ediyor. Rusya’ya yumuşaklıkla suçlanan Trump son haftalarda hem Rusya’ya hem de doğrudan Putin’e sert eleştiriler yöneltti ve diplomatlarını sınır dışı etmekle Rusya’ya karşı en sert adımları attığını iddia etti. Trump’ın Suriye saldırısıyla gene Rusya’ya karşı dik durabildiği mesajını vermek istediğini tahmin etmek zor değil. Kırmızı çizgisinin gereğini yapamayan “aciz” Obama’nın aksine verdiği sözünü yerine getirme konusunda Rusya’dan çekinmeyen “güçlü” Trump imajı.

Trump’ın başkanlık kampanyası döneminde Avrupa ve ABD’deki DEAŞ bağlantılı saldırılar karşısındaki sert retoriği belli kesimler arasında oyları artırmıştı. DEAŞ’ı daha önce görülmemiş bir ateş gücü uygulayarak yok etme sözü veren Trump, başkan olduktan sonra Pentagon’a geniş bir hareket alanı bırakarak Obama yönetiminin operasyonları mikro yönetme anlayışından uzak durdu. Özellikle CENTCOM’un DEAŞ’la askeri müca-dele misyonunda geniş bir inisiyatif kullanmasına izin veren Başkan Trump için kendi tabanına vermek istediği zafer müjdesi ihtiyacı Suriye iç savaşında hangi tarafın kazandığı veya bölgesel jeo-stratejik dengeler anlamında neler olduğunun çok ötesindeydi. Nihai olarak Suriye iç savaşında ne olduğu değil DEAŞ’a karşı bir an önce zafer kazanma arzusu öne çıktı. Bu anlamda Suriye politikasını DEAŞ’la mücadeleye indirgeyen Obama yönetimi politikasından pek de vazgeçilmiş değildi.

“Önce Amerika” sloganıyla birlikte ABD’nin Irak gibi “hüsranla” sonuçlanan maceralarını sert bir biçimde eleştirerek seçimi kazanan Trump için Suriye başlı başına bir öncelik teşkil etmiyor. Kampanya döneminde 2008 ekonomik krizi ve Irak işgali travmasının ürettiği sisteme kızgınlık dip dalgasını fark eden ve etkin biçimde kullanan Trump, başkan olduktan sonra da ekonomik mesaja odaklanmaya devam etti. Başkan Irak işgalini hatırlatan ucu açık bir askeri angajman ve ulus inşasına tahammülü olmayan kamuoyunun “Niye Suriye’deyiz?” sorusunu haklı buluyordu adeta. Suriye’den bir an önce çıkacağını açıklayan Trump, DEAŞ’a karşı zafer ilan etmeye dünden hazırdı. Esad rejiminin kimyasal altyapısını hedef alan saldırının sınırlarının çok net çizilmiş olması Trump’ın DEAŞ’ı yenmenin ötesine geçmek istemediğine işaret ediyor.

Sahayı kaptırma endişesi

Suriye saldırısının Başkan Trump açısından daha çok iç politika kaygılarıyla ilgisi olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bu Amerikan ulusal güvenlik ve dış politika yapıcılarının jeopolitik ve stratejik hedeflerinden vazgeçtiği veya bunların etkisiz olduğu anlamına gelmiyor. Sahada DEAŞ’a karşı askeri misyonu götüren Pentagon’un Trump’ın Suriye’den çıkma açıklamasına yaptığı itirazlara bakıldığında hem YPG’ye yapılan yatırımın çöpe atılmaması hem de sahanın Rusya ve İran’a bırakılmaması kaygılarının etkili olduğunu görüyoruz. Bu bariz çelişki, ABD’nin Suriye’deki varlığının geleceği açısından ciddi soru işaretleri doğururken oluşan politika belirsizliği Türkiye gibi müttefikleriyle ortak bir zeminde buluşabilmesini engelliyor. Trump’ın Rusya’ya karşı dik durduğunu ve İran’ı gerileterek zafer kazandığını ilan etmek isteyeceği aşikar. Ancak bu Pentagon’un ve diğer ulusal güvenlik kurumlarının stratejik kaygılarını öncelemiyor. Dolayısıyla ortaya çıkan tezatın bağdaştırılması ve geniş kapsamlı bir politikaya dönüştürüle-rek kalıcı bir istikrar sağlanması mümkün görünmüyor. Özellikle CENTCOM’un YPG’yle ilişkisine atfettiği önem ve bunu sahayı Rusya ve İran’a bırakmamanın önemli bir aracı olarak görmesi, Türkiye’yle koordinasyonu neredeyse imkânsız hale getiriyor. Pompeo ve Bolton isimleri başkanla kurumlar arasında oluşan ve bazı yönleriyle uçurum teşkil eden farklılıkları bağdaştırabilecekleri kuşkulu. Trump’ın her iki ismi de dış politikayı daha “Trumpçı” bir noktaya çekmeleri için atadığı hatırlandığında, zaman geçtikçe Suriye’deki Amerikan varlığının azalacağı tahmin edilebilir. Ancak başkanın gerçek bir çekilmeden ziyade sembolik bir Amerikan askeri varlığının azaltılmasına razı olması da zayıf bir ihtimal değil.

Uluslararası normlar

ABD-İngiltere-Fransa koalisyon saldırısının çerçevesinin son derece net çizilerek sadece kimyasal programa karşı gerçekleşmesi uluslararası normların koruyup kollanması konusunda sınırlı bir iş birliğine işaret ediyor. Ancak bu iş birliğinin uluslararası normların korunması yönünde kapsamlı bir çabaya dönüşmesi zor görünüyor. Zira saldırının arkasında Rusya’nın ve Çin’in de onay verdiği bir BMGK kararı olsaydı, önümüzdeki dönemde uluslararası normların artık tutarlı bir biçimde uygulanacağını öngörebilirdik. Trump yönetiminin aslında Obama yönetimine benzer bir biçimde rejimin suçları konusunda Rusya’yı sert retorikle eleştirmekle yetinerek Suriye sorununu çözebilecek ciddi bir pazarlığa girmekten kaçınması bu konudaki umutları da azaltıyor. Obama yönetimiyle Trump yönetiminin Esad’ın kırmızı çizgi ihlallerine verdikleri tepkilerin farklılığı aslında ABD’nin II. Dün-ya Savaşı sonrası kurduğu liberal düzenin liderliğini yapma konusunda artık seçmeci bir tavır takındığına da işaret ediyor. Rusya vetolarına ve ABD’nin ciddi bir pazarlık yapmayan tavrına mahkûm olan BMGK’nın en son saldırıda ABD-İngiltere-Fransa ve Rusya-Çin kamplarına ayrılması da önümüzdeki dönemde uluslararası normların gitgide etkisizleşeceğine işaret ediyor.

Savunma Bakanı Mattis’in uluslararası normlardan ziyade Amerikan Anayasası’nın başkomutana ulusal çıkarları korumak için güç kullanma yetkisini veren 2. maddesine referans vermesi, Trumpçı bir dış politika anlayışı olarak okunabilir. Obama yönetimi uluslararası normları öne çıkarmıştı ancak bunun arkasında duracak bir uluslararası koalisyon oluşturamamıştı. Trump yönetimi ise bu normların meşruiyet temeline ihtiyaç duymadan geçen sene Esad’ın kimyasal silah kullanmasına doğrudan müdahale etmişti. En son saldırıda ise İngiltere ve Fransa mini koalisyonuyla hareket etti. Bu bağlamda Trump yönetiminin belli ilkeler etrafında meşruiyet sağlamaya çalışarak elini bağlamak istemediğini söyleyebiliriz. Bu tavrın uluslararası sistemde halihazırda yaşanan istikrarsızlık ve öngörülemezliği artırıcı etkisi olacaktır.

Başkan Trump DEAŞ’ı yenen, Suriye “bataklığına” saplanmayan, başarı ihtimali olmayan bir ulus inşasından kaçınan ve Körfez ülkelerinin yükü paylaşmalarını sağlayan bir başkan olarak anılmak istiyor. Ulusal güvenlik ve dış politika yapıcıları da Suriye’nin daha çok bölgesel ve küresel güç mücadelesinin bir arenası olması ve uluslararası normların ABD tarafından koruyup kollandığı bir alan olmasıyla ilgileniyor. Bu ikilemin aslında iç politika ihtiyaçlarıyla dış politikanın dayattığı reel politiğin klasik bir çatışması olduğu söylenebilir. Ancak Amerika’nın dış politikasının gerçek anlamda küresel ölçeği dikkate alındığında “önce Amerika” söyleminin işaret ettiği içeri odaklanmaya pek de izin vermeyeceğini öngörmek zor değil. ABD’nin dünyanın her bölgesinde “hayati ulusal çıkar” tanımlayabilen ve bu çıkarların gerektirdiği müdahaleleri yapabilen bir güç olması buna izin vermeyecektir.

[Star açık Görüş, 21 Nisan 2018]

Etiketler: