İstanbul Boğazı'nın üç gerdanlığı 15 Temmuz Şehitler Köprüsü (fotoğrafta), Asya ve Avrupa kıtalarını birbirine bağlayarak, milyonlarca aracın kıtalar arası geçişini kolaylaştırıyor. (Foto: İsa Terli / AA)

Siyaset ve Ekonomi: Politikaların Dönüşümü ve Finansman

Ülke ekonomilerini domine eden Keynesyen müdahaleci ekolün ve dolayısıyla da iktisat politikalarının asıl dönüşümünün temeli Büyük Buhran sonrası yeniden yapılanmaya dayanmaktadır. Türkiye özelinde ise bu dönüşüme, 2002 sonrası AK Parti'nin tek başına iktidarı ile yeni bir boyut kazandırıldı.

2008 Krizi sonrasında, serbest piyasayı ve piyasa hakimiyetini tüm kurumların ve hükümet gücünün üzerinde gören liberal ideoloji derin bir yara aldı. Hükûmetlerin gerektiği yerde (kamu menfaati için) müdahalesi ve kurumların daha etkin çalışması gerektiğini savunan Keynesyen ideoloji ise daha çok etkinlik kazanmaya başladı. Özellikle de (iş-gücünün kapanması ile tamamen işlevsiz kalan sermayenin içine düştüğü zayıf durum nedeniyle) 2020’deki pandemi süreci de bu dönüşümü güçlendirdi. Türkiye gibi yeni yükselen ekonomiler ile örneğin Japonya gibi gelişmiş ülkelerde ise kalkınma politikaları, kamunun piyasaya stimulatif müdahaleleri, daha bağımsız politikalar önem kazanmaya başladı.

Ancak, Türkiye’deki iktisat politikalarının dönüşümü ve yeni uygulamalar, Batıdaki benzer örnekleri andırsa da Türkiye’de işler biraz ters yürümektedir. Örneğin, Türkiye’deki eko-politik anlayışın ve politik sistemin hep örnek gösterilen ABD’den bir farkı; bizde politikalara yön yeren sosyal demokrat çizginin, ABD’deki muhafazakâr çizginin politikalarını benimsiyor olmasıdır. Bu Keynesyen mania içinde, daha çok ABD’deki demokrat parti çizgisindeki AK Parti gibi muhafazakâr demokrat sağ partilerin, ABD’deki Cumhuriyetçi parti çizgisinde, piyasalara olan inancı da diğer bir önemli fark olarak göze çarpmaktadır.

Türkiye’deki Politika Uygulamaları

Modern Türkiye Cumhuriyeti’nde, 1923’teki İzmir İktisat Kongresi ile piyasa ekonomisi benimsenmiş olsa da Keynesyen müdahaleci ekonomi anlayışı, özellikle de Büyük Buhran sonrası adım adım ekonomi politikalarına egemen olmaya başladı. II. Dünya Savaşı sonrası da Atatürk devrimlerinin devletçilik ilkesi iktisat politikalarına egemen olmaya devam edecek ve bu devletçi anlayış, ekonomi yönetimi ve politikalara uzun yıllar hâkim olacaktı. Nihayetinde, ekonominin içinde bulunduğu durum itibariyle, kendi kendini düzenlemesi zor bir olasılık olarak görülmüştü.

Cumhuriyetin kuruluş yıllarındaki milli sanayi hamleleri, korumacı ve devletçi bakış açısı (özellikle de 1930’lardaki); yeni fabrikalar, demiryolları hamleleri ile ulaşım altyapısı, madencilik ve lojistikteki millileşme adımları ile ciddi bir kalkınma, silkinme ve küllerinden yeniden doğuşu ifade ediyordu. Bu anlamda da ülke ekonomilerini domine eden Keynesyen müdahaleci ekolün ve dolayısıyla da iktisat politikalarının asıl dönüşümünün temeli Büyük Buhran sonrası yeniden yapılanmaya dayanmaktadır. Türkiye özelinde ise bu dönüşüme, 2002 sonrası AK Parti’nin tek başına iktidarı ile yeni bir boyut kazandırıldı.

Türkiye’de, biraz daha geride, 1960’lı yıllardan itibaren de o dönemki Sovyet etkisi ile orta vadeli planlama dönemleri başlatıldı. 5 yıllık kalkınma planları ile hem üretici ve sanayiciye hem siyasetçilere sorumluluklar ve ev ödevleri yükleniyor; bir perspektif ve vizyon sunuluyordu. Demokrat parti ve Menderes döneminin kısmi liberalleşme adımları ise, 1960 darbesi ile yerleşen askeri vesayet ve sonrasının kalkınma planları ile yerini tekrar müdahaleci politikalara bırakacaktı. 1960’lı yılların Adalet Partisi ve Demirel hükümetleri, kalkınma planlarının da verdiği destek ile sürdürülebilir, hızlı bir kalkınma hamlesini baz alıyor; planlı büyüme vizyonunu ülkeye aşılıyordu.

1980’li yıllardan itibaren, Washington konsensüs ve küresel liberalleşme dalgası ile birlikte, Türkiye’de de ciddi bir liberalleşme, dışa açılım ve piyasa ekonomisine geçiş arzusu belirmişti. Dışa açılım ile birlikte arzu edilen dışarıdan sermaye akımları, özellikle de doğrudan yabancı yatırımlar, noktasında ise sorunlar yaşanacaktı. Uzun yıllar, yeterince yatırım ve sermaye akışı çekilemeyecekti. Dış açıklar ve onu takip eden sermaye akışındaki zayıflıklar ise, dış borçları ve finansman açığını sürekli artırdı. 1980 sonrasının Türkiye’si, adım adım, tüketim kültürünün oturduğu, sürekli dış açık veren, borçları sürekli artan bir ülke haline gelecekti.

Keynes’in Dönüşü ve Büyümenin Finansmanı

2002 sonrası AK Parti iktidarları dönemleri ise, 2001’deki krizden ve sonrasında dibi bulan ekonomiden aldığı destek ve avantaj ile, yeni bir kalkınma ve dönüşüm hikayesi başlattı. Kamu destekli ciddi altyapı yatırımları, savunma, sağlık, eğitim ve hatta sanayi sistemindeki dönüşüm ile yep-yeni bir hikâye yazılmaya başlandı. Kemal Derviş döneminin IMF destekli neo-liberal bir ekonomi programı olarak başlayan 2001 krizi sonrası toparlanma programı da AK Parti iktidarı ile birlikte Keynesyen tonlarla, daha milli ve özgün bir kalkınma programına dönüştürülmüştü.

Ekonomi politikaları uygulamaları notasında çokça tartışılan konulardan biri de sermayenin yeterli olmadığı ülkelerde ve ekonomik sistemlerde, devlet ve özel sektör ortaklığı ile büyük projelerin nasıl harekete geçirileceği konusudur. Nitekim, sermaye ve finansman da şüphesiz günümüzün en kıymetli (eksikliği durumunda da kolaylıkla bir sömürü aracına dönüşen) üretim faktörüdür. Yap-İşlet-Devret (YİD) modelleri ise finansman sorununun aşılması ve çokça ihtiyaç duyulan büyük, maliyetli projelerin kamu garantisi ve özel-sektör sermayesi ve girişimi ile hayata geçirilmesi noktasında ciddi faydalar sağlamış durumdadır.

YİD modelleri, dış finansman ve artan borçlar üzerinden ülkelerin kıskaca alınması süreçlerini de gelişmekte olan ülkeler lehine çeviren önemli bir araçtır. Sosyal demokrat iktidarlar, 1990 sonrasının Demir Perde ekonomileri de kalkınma hamlelerine bu yöntemlerle başladılar. Progressive bir sistem olarak adlandırılan bu model, sermaye ve likidite sorunu yaşayan ekonomilerde büyümenin, kalkınmanın ve üretimin finansmanında kullanılabilecek yenilikçi fikirlerden biridir. Ancak son yıllar, faizsiz sistem ve yeşil finansman alternatifleri ile de finansman noktasında ciddi yol alınmış durumdadır.

Ekonomi ve siyaset, modernleşmenin iki atlısı olarak tanımlanır. Birbirlerini besler, birlikte hareket ederler. En azından son 200 yıldır siyasi ve ekonomik atmosfere egemen olan liberal ekonomi veya demokrasi anlayışı ise eko-politik değerlendirmelerin tam merkezinde yer alır. Nihayetinde, liberal demokrasiler de özel alan ve özel mülkiyet ile kamusal alan ayırımı üzerine kurulmuştur. Özel mülkiyet hakkı, liberalizmin ve liberal demokrasinin temelini oluşturur. Özel alan, tam koruma altındadır. Buna müdahale de demokratik anlayışın dışındadır. Ancak, son dönemler bu liberal ideoloji ve savunucusu siyasi hareketler derin bir yara aldı.

Örneğin küreselleşme trendi ile birlikte, gelir dağılımındaki bozulma ve işsizlikteki artışlar, küresel düzeyde ciddi rahatsızlıklar meydana getirmektedir. Kendisini kanıtlamaktan aciz politikacılar ise politika uygulamalarındaki becerisizlikleri, farklılıkları (etnik, mezhepsel ve dini vb.) körükleyerek kapatmaya çalışmaktadırlar. Doğal afetleri veya olumsuz küresel konjonktürü dahi siyasete malzeme yapmaya çalışan, nemalanmaya çalışan siyasetçilerin içine düştüğü komik durum bunun açık bir ifadesidir. Küresel ölçekte artan göçmen karşıtı, aşırı sağ iktidarlar, şiddet eğilimi, politik fikir ayrılıkları ve korumacı eğilimleri bu trend ile açıklamak çok da yanlış olmaz.

[Sabah, 29 Nisan 2023]

Etiketler: