27 Kasım 2018 | Arap Dünyasında bir ilk: Tunus'ta yüzlerce kişi Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman'ı Gazeteci Cemal Kaşıkçı'nın cinayeti nedeniyle suçlayarak protesto etti.

Riyad’ın Çıkmazları

Filistin davasına sahip çıkma meselesinin bölgede İran tarafından domine edilmesine fırsat tanımak, Muhammed bin Selman için menfi sonuçlar doğurabilir. İsrail ile işbirliği yaparak bölgesel düzen kurmak ve Riyad’ı bu düzenin kurucu aktörü haline getirmek, çıkışları kapalı karanlık bir tünelde yol almaya benzer.

2 Ekim’de Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosluğu’nda işlenen Cemal Kaşıkçı cinayetinin üzerindeki sır perdesi halihazırda tam olarak kaldırılmış değil. Olayın failleri ile gerçek müsebbiplerinin birbirinden farklı isimler olduğu çok açık. Ancak emri veren üst düzey yetkilinin kim olduğu ve nasıl bir bedel ödeyeceğine dair uluslararası kamuoyu yüksek beklentilere sahip.  Çıktığı bölge ülkeleri gezisinde Riyad eksenine sadık ülkeleri tercih eden Muhammed bin Selman, yine de Tunus’ta kendisine karşı yapılan gösterilerden kurtulamadı. Eleştirilere tahammülü olmayan Riyad yönetimi, hem bölgede hem de küresel diplomasideki her adımında artık toplumsal tepkilerle beraber yaşamayı öğrenmek durumunda kalacak. Elbette mevcut konumunu koruması durumunda. Peki halihazırda Suudi Arabistan’ın iç siyasette ve dış politikada yaşadığı çıkmazlar nelerdir?

Değişen iktidar dengesi 

Suudi Arabistan’ın son dönemde gerek iç politikada gerekse de dış politikada sancılı bir dönem yaşadığı ortadadır. Kral Abdullah’ın vefat etmesinin ardından sadece tahta kimin geçeceği meselesi gündem olmadı, bizzat hanedan içi güç dengelerinin şekillendiği bir sürece girildi.  Muhammed bin Selman, iktidar basamaklarını çıkarken hanedan içine mevcut güç dengesini ve güç bloklarını dağıtarak yegane hakim aktör olmanın taşlarını döşemeye özen gösterdi. Elbette böylesi bir adım, genellikle eşit güçler arasında devam eden iktidar mücadelesinde ciddi bir kırılma oluşturdu. Zira anne tarafından aşiret desteği alan prenslerin, aynı zamanda belli bürokratik güç odaklarına sahip olarak şahsına ve anne-bir kardeşleri namına biriktirdiği gücün ellerinden alınması hanedan dengesinin bozulmasına neden oldu.

Demir yumruk ile hanedan arasında iktidarını ayakta tutmak ne kadar sürdürülebilir bilinmez ancak içerideki dalgalanmayı tetikleyecek dış faktörler önemli. Zira veliaht prens iktidarını inşa ederken büyük oranda dış destek ile kendine alan açtı ve Kaşıkçı cinayeti gibi infial yaratan bir vakanın ardından dahi ABD’nin -en azından başkanlık düzeyinde- desteğini almaya devam ediyor. ABD Başkanı Donald Trump, CIA tarafından açıklanan ve veliaht Prensi işaret eden raporuna rağmen duruşunu değiştirmedi. Aslında Trump yönetimi açısından Rusya olayından sonra bir de Suudi Arabistan meselesi yüzünden kurumlarla karşı karşıya gelmek -aynı zamanda kendi iktidarı açısından da- son derece talihsiz bir tablo oluşturmaktadır. Trump gibi ABD’nin sırtındaki maliyetlerden kurtulmanın yollarını arayan bir başkan için petro-doları ABD’ye yönlendiren bir aktörün kabul görmemesi imkansızdır. Öldürülen Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı ile ilgili her açıklama yaptığında kurduğu cümlelerin arasına Suudi Arabistan’ın maddi kaynaklarının ülkesine akmasını sıkıştıran ABD Başkanı Donald Trump, böylece Batılı değerlerin slogandan ibaret olduğunu da göstermiş oldu.

Her geçen gün üzerlerinde baskının artması ve otelde alıkoymalar gibi cebren siyasal alanın dışına zorlanmaları sonrasında muhalif tabanın genişlediğini söylemek mümkündür. Farklı alternatif arayışların olduğuna ve hatta Ahmed bin Abdülaziz gibi ülke dışında yaşayan bir ismin Suudi Arabistan’a geri dönmesiyle bu beklentinin oldukça fazlalaştığına şahit olmaktayız. Kraliyet içerisinde Muhammed bin Selman’ın anne tarafından aynı aşirete mensup – Sudayri- öz amcası olan Ahmed bin Abdülaziz’in yeğeninden iktidarı yumuşak bir geçiş ile almasının önünde birçok engel olduğu rahatlıkla ifade edilebilir. Zaten böylesi ani bir değişimin olması yine dış destek ile sağlanabilir. Dolayısıyla aktörler farklı olsa da ABD’nin tercihlerini yansıtan değişimin yaşanması belki içeride yeniden istikrarı sağlayabilir ve kraliyet içerisindeki huzursuzluğu giderebilir. Ancak dış politika davranışlarında benzer bir durumun yaşanması beklenemez. Bu bakımdan şu anda iktidar merkezinden uzaklaşan aktörler her ne kadar iç politikada revizyonist davransalar da iktidarı ele geçirmeleri durumunda onların da dış politika tercihleri büyük oranda statükodan yana olacaktır.

Tünel’in ucu görünür mü? 

İç politika bakımından aktörlerin çok ayırt edici özellikleri olmadığına göre tercih edilmelerinin öncelikli sebeplerinden biri dış politika vizyonları olacaktır. Burada ABD’nin bölgesel vizyonu ile örtüşen aktörlerin bir adım önde oldukları söylenmelidir. Dolayısıyla ABD’nin yeni dönemde nasıl bir Ortadoğu ve bölgesel düzen arzuladığı tam olarak anlaşılabilirse Riyad’ın bundan sonraki süreçteki adımlarını tahmin etmek daha kolay olabilir. Bununla birlikte Suudi Arabistan’ın gerek Körfez içerisinde gerek bölgede karşılaştığı meydan okumalar krallığın yakın dönemde zor bir süreçten geçeceğini göstermektedir.

Körfez İşbirliği Konseyi’nde yaşanan ayrışma sonrasında toparlanma evresine geçilememesi ve Katar ile gerilimin devam etmesi güçlü Körfez Birliği oluşturma arzusundaki Riyad’ın önündeki problemlerden biri. Kaldı ki Kuveyt ve Umman gibi aktörlerin de Suudi Arabistan’ın öncülüğünde bölgesel duruş belirleme tavrını çoktan geride bıraktığı ortadadır. Umman zaten uzun zamandır İran ile ilişkilerini gözeten ve iki rakip ülke arasında dengeli pozisyona sahip aktör olmaya özen gösteriyor. Birleşik Arap Emirlikleri ise her ne kadar Muhammed bin Selman’ın iktidarına yatırım yapsa da özellikle Yemen örneğinde görüldüğü üzere Suudi Arabistan’dan çok farklı önceliklere sahip. Çin’in ABD hegemonyasına itiraz etmeyip sadece kapasite artırımına odaklanması ilişkisine benzer biçimde, Birleşik Arap Emirlikleri’nin dolaylı yoldan Suudi Arabistan ile güç kapasitesi marjını kapatmak istediği anlaşılmaktadır. Buna göre genç, hırslı ve agresif liderler öncülüğündeki iki aktörün örtüşen dosyalar üzerinden işbirliklerini ve iktidarlarını pekiştirdikleri açıktır. Ancak benzer karakterdeki aktörlerin gerilim yaşamları durumunda Körfez içerisinde yaşanabilecek krizin, Katar’la yaşananların çok ötesinde bir muhtevaya sahip olacağından kuşku yoktur.

Bununla birlikte Suudi Arabistan’ın bölgesel düzlemde birçok çıkmaza sahip olduğunu rahatlıkla belirtebiliriz. Birincisi, Yemen, Lübnan, Irak ve Suriye gibi İran etkisinin yoğun olduğu alanlarda bu etkiyi sınırlandırabilecek stratejiler üretemediği gibi Hariri’nin alıkonulması olayında oldukça zayıf manevralara yöneldiğine şahit olduk. İran yaptırımlarının yeniden devreye sokulması Riyad’ın, en azından Obama döneminde hissettiği huzursuzluğu gidermiş olabilir. Ancak İran’ı sınırlandırma ve bölgedeki etkilerini kırma noktasında Suudi Arabistan’ın elinin hala çok zayıf olduğu tespitini yapmamız gerekmektedir.

İkinci olarak, Arap Baharı sonrası Türkiye ile ilişkilerini koparmak istemeyen ancak düşük düzeyde tutarak Ankara’nın bölgedeki sinir uçlarına dokunmaya çalışan bir Suudi Arabistan var karşımızda. Muhammed bin Selman’ın da Türkiye’ye mesafeli olduğu ve stratejik işbirliği kurma hevesinin bulunmadığı söylenebilir. Cemal Kaşıkçı cinayetini Riyad-Ankara rekabetine dönüştürmeye çalışan mahfiller olmakla birlikte, Suudi Arabistan’ın son günlerde Türkiye’yi hedef alan kararlar alması ilişkileri daha kötü bir noktaya taşımaktan başka sonuç üretmeyecektir.

Filistin davası 

Üçüncü olarak Veliaht Prens’in iktidarı ele almasıyla başlayan tecrübesiz politikalar ve fevri adımlar bölgede Riyad’ın ağırlığını zedeleyen bir görüntü verdi. Elbette oteldeki alıkoyulmalar, Hariri vakası ve Kaşıkçı cinayeti, krallığın üzerinde önemle durduğu uluslararası imajına büyük darbeler indirdi. Bu imajın kolay kolay düzelmesi de mümkün görünmüyor. Zira Veliaht Prens Kaşıkçı cinayeti ile çoktan özdeşleştirildi ve gideceği her başkentte toplumsal reaksiyonlarla karşılaşması garipsenmeyecektir.

Son olarak İsrail ile Veliaht Prens arasında görünür olamayan ancak oldukça yakın çalışıldığı anlaşılan bir ilişki biçimi mevcut. Bu, bölgede İsrail karşıtlığı üzerinden söylem kuran İran’ın elini güçlendirmesine neden olmaktadır. Filistin davasına sahip çıkmanın bölge halkları nezdinde müspet bir imaja sahip olmakla eş anlamlı olduğu bilinmektedir. Bu alanın İran tarafından domine edilmesine fırsat tanımak Muhammed bin Selman için menfi sonuçlar doğurabilir. İsrail ile işbirliği yaparak bölgesel düzen kurmak ve Riyad’ı bu düzenin kurucu aktörü haline getirmek çıkışları kapalı karanlık bir tünelde yol almaya benzer.

[Star, 1 Aralık 2018]

Etiketler: