8 Ağustos 2020 | Lübnan'ın başkenti Beyrut'ta düzenlenen gösterilerde bir güvenlik görevlisinin hayatını kaybettiği, 172 göstericinin de yaralandığı belirtildi.

Ortadoğu’nun Yeni Lübnan’ları

1975'ten bugüne birbiri ardına gelen iç savaş, dış güçlerin işgale varan müdahaleleri, terör, yoksulluk ve hükümet krizleri ile "Lübnanlaşma" kavramı iyiden iyiye literatüre yerleşmiş oldu.

Lübnan’ın başkenti Beyrut büyük bir patlamayla sarsıldı. Beyrut Limanı’nda patlayıcı dolu bir depoda yaşanan patlamanın kilometrelerce derinlikte bir alanı tahrip ettiği belirtilirken patlama sonucu şu ana kadar 150’nin üzerinde insan hayatını kaybetti, yaralı sayısı ise binlerle ifade edilmekte. Patlama hakkında kaza senaryosu öne çıkarken bunun bir sabotaj olabileceği ihtimali de konuşuluyor. Kaza da olsa saldırı da bu patlama hafızalara Lübnan’ın yaşadığı sayısız trajedilerden bir diğeri olarak geçecek.

1975’ten bugüne birbiri ardına gelen iç savaş, dış güçlerin işgale varan müdahaleleri, terör, yoksulluk ve hükümet krizleri ile “Lübnanlaşma” kavramı iyiden iyiye literatüre yerleşmiş oldu. Sanırım dünya üzerinde Lübnanlaşma ve Balkanlaşma terimleri dışında sadece bir bölge veya ülkenin ismiyle felaket çağrıştıran başka bir kavram da yok. Ne var ki geçtiğimiz hafta Lübnan’da yaşanan bu trajedi, türünün ilk örneği olmadığı gibi maalesef son da olmayacak. Yemen’den Libya’ya neredeyse tüm Ortadoğu zaten –hiç hazzetmediğim o meşhur terimi kullanmak gerekirse– Lübnanlaşmış durumda. Çeşitli güncel ve akademik kaynaklar içinde “Lübnanlaşması” (Lebanizaton of) ya da “Lübnanlaştırma” (Lebanizing) terimleriyle başlayan aramalar yaptığınızda “Irak’ın Lübnanlaşması”, “Suriye’yi Lübnanlaştırmak” gibi onlarca sonuca erişmek mümkün. Kısaca, bir süredir Ortadoğu büyük bir Lübnan haline gelmiş durumda. İç savaş, terör, dış müdahale, yaygın açlık problemine varan ekonomik krizler, siyasi krizler, darbeler, aciz hatta çökmüş devletleri bölgenin hemen her köşesinde görmek mümkün.

“Lübnan neden böyle oldu?” ve “Ortadoğu neden Lübnan oldu?” soruları siyaset bilimi literatüründe çokça dile getirilmekte. En yaygın kabul gören cevap bu sorunların kaynağı olarak sömürge dönemini göstermekte. Öyle ya, on yıllarca Avrupalı emperyalist güçler tarafından sömürge veya daha sonraki adıyla manda şeklinde yönetilen Ortadoğu’nun bu süreçte petrol başta olmak üzere tüm zenginliği soyuldu. Belki daha da ciddi bir darbe bölgenin kendine güveninin çalınması oldu. Mandacılık en nihayetinde kendini yönetmekten aciz, insani ve idari melekeleri gelişmemiş toplumların Batı tarafından “himaye” altına alınması demekti zaten. Sömürgeciliği Ortadoğu’da ekonomik açıdan daha yıkıcı kılan Amerika’lardaki nüfus transferinin burada yaşanmaması, Ortadoğu’nun “öteki” kimliğini bugüne kadar koruması oldu. Amerika Kıtası’na yerleşen Batılılar o coğrafyalardaki nüfusu katliamlar ve beraberlerinde taşıdıkları hastalıklarla “temizlerken” artık kendilerinin olan bu “arınmış” bölgelerde sürdürülebilir sistemler kurmaya çalıştılar. Ortadoğu ise bir ticaret güzergahı ve petrol kaynağı olmaktan öteye gidemedi. Tabi Ortadoğu’nun Amerikalar’dan bir farkı da sömürgeciliği çok daha yakın zamanlarda yaşamış olmasıydı. Arjantin’den Brezilya’ya hatta Amerika Birleşik Devletleri’ne kadar Amerika devletleri bağımsız olduklarında henüz Ortadoğu sömürülmeye başlamamıştı bile. Ortadoğu devletleri bağımsızlıklarını kazandıktan sonraysa petrol ve İsrail’in güvenliği gibi öncelikler Batı devletlerinin yeni-sömürgeci yollarla müdahalesini devam ettirmesine neden oldu. Hal böyle olunca Ortadoğu’da yaşanan sorunların kaynağını sömürgecilikte aramak yanlış olmasa gerek. Ne var ki “Ortadoğu neden bu hale geldi?” sorusunu cevaplamak için tek kelimelik bir sömürgecilik cevabı doğru olsa da yeterli değil, tamamlayıcı bir hikayeye de gerek duyuyor. Ben bu hikayenin en yalın haliyle Lübnan’da görüldüğü kanaatindeyim. Lübnanlaşma benim için sadece iç savaş, dış müdahale, yönetilemezlik değil, bir de ulus olamama anlamına gelmekte.

Lübnan farklı inanç gruplarını kendi içlerinde homojen, birbirini dışlayan bloklar olarak tanıyan bir sisteme sahip. Cumhurbaşkanı Maruni Hristiyan, Meclis Başkanı Şii, Başbakan Sünni olmak zorunda. Siyasi partiler mezhep/inanç bakımından ayrışmış olduğu gibi meclisteki dağılım da farklı inanç gruplarına ayrılan kotalara uymak zorunda. Hal böyle olunca karşımızda bir ulustan çok birbirini rakip olarak gören, birinin kazancını diğerinin kaybı olarak kodlayan, siyasi aktörlüğün grup içi elitlere bırakıldığı birbirine hasım mezhep grupları görmekteyiz. Ülkenin siyasal sistemi bu farklı mezhep gruplarından bir ulus oluşturmaya çalışmak bir yana bu grupları sürdürülebilir ve etkin kılmak için dizayn edilmiş.

Kimileri oydaşmacılık (consociationalism) olarak adlandırılan bu dizaynı Osmanlı millet sistemine benzetmekteler. Ancak arada mühim bir fark var. Millet sistemi yönetim zaafı oluşturan ve her milletin bir diğerinin çıkarına gelişmeleri veto edebildiği bir yönetim sistemi değildi. Cemaatlerin kültürel varlığı millet sistemiyle korunurken bu sistemin ekonomiden dış politikaya farklı politika alanlarına doğrudan bir etkisi mevcut değildi. Oysa Lübnan örneği adeta bir devlet nasıl yönetilemez, bunu göstermek için oluşturulmuş bir sistem. Çare? Birbirinden bu kadar ayrıştırılmış, bu ayrışma yasal tanıma ve siyasi güç tahsisiyle pekiştirilmiş Lübnan toplumu “Hadi öpüşün, barışın” denilerek ulus hüviyetine büründürülemez. Aksine mevcut güç paylaşımında radikal bir reforma gitmek belki ülkede tekrar bir iç savaş sebebi olabilir. Bir gün değişim olacaksa bile tedricen olacaktır ki ona da Fransa’dan İran’a kadar Lübnan’da etkili dış aktörler müsaade ederse tabi.

Ancak sorunu daha büyük kılan Lübnan ile sınırlı kalmaması. Lübnan tecrübesinden ders çıkarmak bir yana bölgede yeni dış müdahaleler yeni Lübnan’lar oluşturmaya çalışageldi. Bunun en son örneğini 2003 müdahalesinden sonra Irak’ta gördük. Amerikan işgali sonrası Irak Kürtler, Sünni Araplar ve Şii Arapların grup-içi elitlerinin insafına terk edildiği, birbirine hasım olarak konumlandırıldığı çok parçalı bir yapıya büründürüldü. Saddam’ın ceberut yönetimini methedecek değilim ama yeni Irak’ın Iraklılık vurgusu Saddam döneminin bile gerisine düştü. Adeta iç savaş çıksın, yönetim krizleri bitmesin diye tasarlanmış bir Irak gördük. Aynı ABD bugün de Suriye’de, Fırat’ın doğusunda PYD üzerinden yeni bir Lübnan oluşturmaya çalışmakta. Hatta Libya’da da Hafter’in kontrolündeki Bingazi bölgesinin, Yemen’deyse Aden bölgesinin ayrıştırılması konuşuluyor. Kendi içerisinde ulusal bütünlük ve entegrasyon için enerji sarf eden Batılı ülkeler Ortadoğu’daki tasarruflarında sürekli bir parçalanmış toplum inşa etme çabasında.

[Sabah, 8 Ağustos 2020]

Etiketler: