Ortadoğu’da Kriz ve Değişim: Amerikan Hegemonyasından Güçler Dengesine Geçiş

Amerika’nın dış politika yapım sürecine etkide bulunan önemli düşünce kuruluşlarından Council on Foreign Relations’ın başkanı Richard N Haas, Foreign Affairs Dergisi’nin Kasım/Aralık 2006 tarihli sayısında “The New Middle East1” (Yeni Ortadoğu) başlıklı bir makale yayımladı. Haas, makalesinde Ortadoğu’da Soğuk Savaş sonrası şekillenen Amerikan hegemonyasının sona erdiğini ve bölgede yeni bir döneme girildiğini vurgulamakta. Savaşın mimarlarından Savunma Bakanı Donald Rumsfeld ara seçim hezimetinin ardından istifa etmek zorunda kaldı. Richard Perle, Eliot Cohen ve Kenneth Adelman gibi neo-conların önde gelen isimleri Irak konusunda mevcut politikanın bazı noktalarının yeniden gözden geçirilmesinin gerekebileceğini dile getirdiler2. 

Amerika’nın dış politika yapım sürecine etkide bulunan önemli düşünce kuruluşlarından Council on Foreign Relations’ın başkanı Richard N Haas, Foreign Affairs Dergisi’nin Kasım/Aralık 2006 tarihli sayısında “The New Middle East1” (Yeni Ortadoğu) başlıklı bir makale yayımladı. Haas, makalesinde Ortadoğu’da Soğuk Savaş sonrası şekillenen Amerikan hegemonyasının sona erdiğini ve bölgede yeni bir döneme girildiğini vurgulamakta. Savaşın mimarlarından Savunma Bakanı Donald Rumsfeld ara seçim hezimetinin ardından istifa etmek zorunda kaldı. Richard Perle, Eliot Cohen ve Kenneth Adelman gibi neo-conların önde gelen isimleri Irak konusunda mevcut politikanın bazı noktalarının yeniden gözden geçirilmesinin gerekebileceğini dile getirdiler2. 

Irak başta olmak üzere Amerika’nın Ortadoğu politikasında köklü değişiklikler önümüzdeki dönemde gündeme gelebilir.Amerika’nın Ortadoğu’daki operasyonlarına ivme kazandıran gelişmelerin başında, şüphesiz 11 Eylül 2001 saldırıları gelmekteydi. Irak işgali ile onun temel gerekçesi olan teröre karşı küresel savaş arasında bir bağlantı sağlanamadı ve Irak işgali’nin üzerinden 4 yıla yakın zaman geçmiş olmasına karşın dünya kamuoyunun kanaati, Irak işgali’nin ABD’nin teröre karşı küresel savaşında işini zorlaştırdığı yönünde. Irak terör gruplarının eğitim sahası haline geldi. Irak işgalindeki başarısızlık, İran nükleer gerginliğinde Amerika’nın başarısız bir politika yürütmesi ve son olarak İsrail’in Lübnan’ı işgali ve Hizbullah’ın etkin bir bölgesel aktör olarak ön plana çıkmaya başlaması Amerikan hegemonyasının sonuna gelindiğinin belirtileri. Neo-conların çatışmacı retoriği bölgedeki diğer radikal unsurları hareketlendirdi ve bu da Ortadoğu’daki Mısır, Ürdün, Suriye ve Suudi Arabistan gibi otoriter rejimlerin kendi gelecekleri açısından kaygı duymaya başlamalarına neden oldu.

Amerika’nın Yanlışları

Amerika, bölgede rakiplerini kontrol altında tutma ve ortadan kaldırma konusunda göstermiş olduğu başarıyı, bir düzen ve istikrar kurma konusunda gösterememiştir. Bu konudaki başarısızlığının altında yatan sebeplerden en önemlileri askerî kapasitesine fazla güvenmesi, bölgenin iç dinamiklerini yeterince dikkate almayışıdır. Öte yandan Amerika’nın Ortadoğu politikasını ağırlıklı olarak İsrail’e endekslemesi, uluslararası örgütleri ve diğer küresel aktörleri dikkate almaması kendi hareket alanını kısıtlayan önemli etkenlerdir.

Amerikan hegemonyasını sona erdiren başlıca etmenler:

    —Washington’da Amerikan dış politika vizyonunun neo-conlar tarafından çizilmeye başlaması.     —Irak işgali’nin başarısız olması ve neo-conların işgal öncesinde ve sonrasında Amerikan        iç kamuoyundaki eleştirileri ve uluslararası tepkileri göz ardı etmeleri.    — Clinton yönetiminde gündeme gelen Filistin-İsrail Barış Sürecinin sona ermesi ve bölgede        İsrail saldırganlıklarının artması,     —İran’da diyalog yanlısı Hatemi yönetiminin yerini daha şahin Ahmedinecat yönetimine         devretmesidir.

Neo-Conlar tarafından iç politika dinamikleri doğrultusunda üretilen Şer Ekseni söylemi, Amerika’nın çıkarları açısından istenen sonuçları verememiştir. Bu politika daha çok dinî referansları yoğun olan bir strateji olarak sunulmaktadır; ancak aynı zamanda tek ve rakipsiz bir süper gücün dünya vizyonunu yansıtmaktadır. Kendi siyaseti açısından bir dış sınır veya kırmızı hatlar oluşturma çabası, bu sınırın dışını kontrol etmekten ziyade sınırın içini kendi çıkarları doğrultusunda organize etme girişimiydi. ABD, tek taraflı bir dünya vizyonu oluşturmaya çalışırken dünya sorunlarına kendi çıkarları doğrultusunda çözümler sunamadı.

Dünya kamuoyunu karşısına alarak vermiş olduğu müdahale kararları dünyanın sorunlu bölgelerinde çözümler üretmektense sorunları daha girift hale getirmiştir. Irak işgal edilmiştir; ancak Kuzey Kore aleyhte tüm çabalara rağmen nükleer silah denemesi yapabilmiştir. İran’a karşı baskı politikası ise sonuç vermemiştir ve İran nükleer teknolojisini her geçen gün geliştirmektedir. Sorunları tek taraflı kararlar ve tehditler yoluyla çözümleme girişimi çözüm getirmemiş, ancak daha önemlisi dünya kamuoyu bu politika karşısında Amerika’ya olan güvenini yitirmiştir.

Amerika’nın bu dönemdeki küresel stratejisini tamamen başarısız saymak gerçekçi değildir. Amerika doğrudan güç kullandığı durumlarda ve uluslararası kamuoyunu hiçe sayarak tehditlere başvurduğu dönemlerde genellikle başarısız olmuştur. Ancak 1990’ların başında barış gücü müdahaleleriyle Balkanlar, Orta Asya ve Ortadoğu’ya yerleşen Amerika, çeşitli renkte devrimlerle Rusya çevresinde ve Kafkasya’da belli bir etki alanı oluşturmuştur. Yumuşak güç, sivil toplum kuruluşları, medya, propaganda araçları ve demokratik süreçler etkin olarak kullanılmıştır. Bu da Amerikan dış politikasının retorik açıdan tek boyutlu olduğunu, ancak diğer yumuşak siyasetlerin de göz önünde bulundurulduğunu göstermektedir. Çin’in Dünya Ticaret Örgütüne (WTO) girişiyle küresel kapitalizme daha fazla entegre olması ve Hindistan ile imzalanan askeri ve iktisadi anlaşmalar Amerika’nın başarı hanesine yazılan gelişmelerdir. İktisadi alanda da Dünya Bankası’nın başına neo-conların önemli isimlerinden Paul Wolfowitz’in gelmesi bu politikanın göstergelerindendir.

Clinton döneminde Uluslararası kurumlarla koordinasyon içinde olan ve diğer uluslararası aktörlerle sıkı bir ilişki ve işbirliği içinde olan ABD, uluslararası örgütleri kendi çıkarlarıyla çeliştiği noktalarda bypass etti3  ve bu örgütlerin işleyişine müdahale etmeye çalıştı. Uluslararası kurumlar ABD’nin küresel operasyonlarına bir meşruiyet zemini sağlıyordu. Uluslararası örgütleri göz ardı etmesi ve John Bolton gibi uzlaşma yanlısı olmayan diplomatları BM temsilciliğine getirmesi Çin, Rusya, Japonya ve Avrupa ülkeleri gibi diğer büyük güçleri tedirgin etti. Amerika’nın teröre karşı oluşturmaya çalıştığı koalisyon kan kaybetmeye başladı. En yakın müttefiki İngiltere dahi artık birçok konuda Amerikan politikalarıyla çelişir duruma geldi.

Bush Dönemi Ortadoğu politikasına ve sonuçlarına geniş bir perspektiften bakarsak, şu değerlendirmeleri yapmak mümkün;

• Ortadoğu’daki etnik ve mezhepsel çatışmalar ivme kazandı • Hatemi Yönetiminin başlattığı diyalog girişimleri ve ılımlı politikalar Washington’da bir karşılık     bulmadı. ABD İran’a karşı sert politikasını devam ettirdi ve İran’ı şer ekseni listesine aldı. • Ortadoğu Barış Süreci sona erdi. Hamas, İslami Cihad gibi radikal gruplar güç kazandılar.    Gerek İsrail’de, gerekse Filistin’de barışa inanan halk kitlesi oldukça azaldı. • İsrail’in bölgedeki operasyonlarına ve politikalarına ABD’nin koşulsuz ve sürekli destek vermesi    Ortadoğu’da  esnek ve çok boyutlu politikalar geliştirmesine engel olmakta. Nitekim     Amerika’nın İsrail politikası ülke içerisinde de eleştirilmeye başlandı4. • Clinton döneminde ABD dış politikasında ve özellikle Ortadoğu perspektifinde öne çıkan    demokratikleşme, insan hakları ve sivil toplum girişimlerine destek çabaları şu anda askıya    alınmış ve tüm enerji terörle mücadeleye yönlendirilmiş durumda. • Mısır, Ürdün, Suriye, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri’nde gerçek demokratikleşme süreci    devreye girerse İslamcı hareketlerin ve partilerin bu bölgelerde yönetimi ele geçirebilecekleri     ön görülmektedir. Bu nedenle ABD’nin Ortadoğu ve İslam Dünyası’nın diğer bölgelerinde    demokratikleşme girişimlerini bir yana koyup kendisine daha yakın otokratik rejimlere destek    vermesi beklenmektedir. • Tüm bu değişimlere ek olarak, ABD Ortadoğu ve teröre karşı küresel savaşa odaklanırken, Asya    Pasifik Bölgesi’ndeki gelişmelerin gerisinde kaldı. Çin’in bölgedeki siyasî, iktisadi ve askerî    yükselişi karşısında net bir siyaset geliştiremedi. Bölgede dengeleri Tayvan ve Japonya    üzerinden kontrol  etme politikası ABD’nin Asya Pasifik siyaseti için yeterli olmayacaktır.    Bu bölgeye dair yeni bir strateji ve vizyon geliştirmeleri gerekmektedir. • Benzer şekilde ABD, Ortadoğu’daki gelişmelere odaklanırken, arka bahçesi sayılabilecek Güney    Amerika’da anti-Amerikan dalgaya karşı duyarsız kaldı. Bölgede Venezüella lideri Chavez’in    başını çektiği anti-Amerikancı bir koalisyon oluşmaktadır. Bu dalganın Bolivya ve Brezilya’dan    sonra başka Latin Amerika ülkelerine de yayılması mümkündür.

Yeni Ortadoğu’nun Dinamikleri

Haas ve diğer başka Amerikalı analistler tarafından ortaya konulan yeni Ortadoğu projeksiyonunun Amerikan çıkarları açısından pek iyimser olduğu söylenemez. Ortadoğu siyasetinde, bundan sonra tek bir hegemonik gücün hâkim olduğu, baskıya dayalı bir istikrardan ziyade çok daha ince ve esnek bir güçler dengesi dönemi beklenmekte. Amerika’nın bölgeye dair siyasetinin rengini neo-conservative değil, neo-realist bir strateji alacaktır. Bu denge içerisinde ABD halen en etkin güç olma konumunu sürdürecek, ancak askeri yöntemler ve baskı politikasının yerini çeşitli aktörlerin değişik düzeylerde dâhil olduğu diplomatik yönü ağır basan realist bir mücadele alacaktır.5 

Bu değişimlerden, Türkiye de dâhil olmak üzere, tüm bölge ülkeleri etkilenecektir. Bu dönemde ittifaklar, değişen çıkarlar ve oluşan karşı ittifaklar nedeniyle çok daha esnek olacaktır. İdeolojik birlikteliklerin yerini çıkar merkezli hesaplar alacaktır. Etnik ve mezhepsel ayrımların bu dönemde daha merkezî bir rol oynaması beklenmektedir. Ortadoğu’nun geleceğinde yabancı unsurların daha az rol alması ve bölgesel aktörlerin daha etkin bir rol oynaması beklenmektedir.  Bu aktörlerin, modern ulus-devletler değil, bölgedeki devlet sınırlarını aşan etnik veya mezhep temelli ve dış desteğe bağımlı aktörler olmaları kuvvetle muhtemeldir. Lübnan, Filistin ve Irak gibi güçlü merkezi devlet yapılarının olmadığı ortamlarda Hizbullah, Hamas gibi örgütler ve etnik/mezhepsel gruplar önümüzdeki süreçte daha fazla rol oynayacaktırlar. Siyasi merkez ile çevre unsurların, merkeze bağlanma süreci Avrupa tarihinde uzun bir zaman zarfında gerçekleşebilmiştir. Benzeri bir sürecin Ortadoğu’da hızlı bir şekilde yaşanacağını beklemek fazla iyimserdir.

Lübnan kriziyle Ortadoğu’da bir süredir oluşmaya başlayan cepheleşme daha da belirgin hale gelmiştir. ABD, İsrail ve Kuzey Irak Kürt bölgesinde oluşan “Yeni Ortadoğu Cephesi”ne karşı; Suriye, İran, Hizbullah ve Hamas’tan oluşan “Direniş Cephesi” belirginleşmiştir6. Amerika’nın şu aşamadaki asıl kaygısı bu mücadelenin İran tarafından yönlendirilir hale gelme olasılığıdır. Bu nedenle ABD’nin, İran’ı dengeleyici diğer bölgesel aktörlerle çok daha sıkı ilişki içinde olması gerekmektedir. Bu tabloda diğer önemli konu ise oluşmaya başlayan üçüncü cephe, Ürdün, Mısır, Suudi Arabistan ve Körfez Emirliklerinden müteşekkil “Ilımlı Sünni Blok”tur. Türkiye’nin de bu blok içinde yer alması Amerika tarafından arzulanan bir gelişmedir. Türkiye şüphesiz askerî, siyasî ve iktisadî açıdan en etkili aktörlerden biri olmaya devam edecektir. Bölgesel aktörlerin daha etkin rol oynadıkları bir ortamda, bölge dışı güçler, bunlar arasındaki nüfuz mücadelelerine dolaylı olarak müdahalede bulunarak etki edeceklerdir. ABD her ne kadar bölgede doğrudan hegemonyasını yitirmiş olsa da, bölgesel aktörler arasındaki mücadelelerde ve dengelerde belirleyici olmaya devam edecektir. Amerika’nın şu aşamadaki asıl kaygısı bu mücadelenin İran tarafından yönlendirilir hale gelme olasılığıdır. Bu nedenle ABD’nin, İran’ı dengeleyici diğer bölgesel aktörlerle çok daha sıkı ilişki içinde olması gerekmektedir. Bu noktada Türkiye şüphesiz askerî, siyasî ve iktisadî açıdan en etkili aktörlerden biri olmaya devam edecektir. Kuzey Irak’taki bir Kürt oluşumu, Körfez Emirlikleri ve diğer Arap devletleri Amerika’nın işini kolaylaştıracak gibi görünse de, İran’ı dengelemek açısından zayıf kalmaktadırlar.

Türkiye bölgede dayatılan oldu-bittiler karşısında, istemese de kendini bu mücadele içerisinde yer almak zorunda hissedecektir. Ankara’nın, Kürt Sorununa henüz ikna edici çözümler üretememiş olması, Türkiye’nin Ortadoğu’da elini kolunu bağlayan gelişmelerin başındadır. Türkiye bölgedeki konumunu ve çıkarlarını belirlerken istikrarın kendi çıkarına olduğunu ve bölgenin aslî unsurlarının kalıcı oldukları gerçeğini göz önünde bulundurmak durumundadır. Türkiye, hem kendi milli birliği açısından hem de Ortadoğu’nun istikrarı açısından BOP gibi yapay projelerin kalıntılarıyla yetinmektense, kendi iç dinamiklerini ve bölgenin yeni gerçeklerini dikkate alan bir dış politika vizyonu geliştirmek zorundadır. 1Richard N Haas. “The New Middle East”, Foreign Affairs, November/ December 2006, Vol 85 (6)  2“Putting his presidency together again”, Economist November 11, 2006,s. 27-30 3Bosna ve Kosova Müdahalelerinde BM Güvenlik Konseyi’nin  kararlarının göz ardı edilmesi tepkilere yol açmıştı. 4John J. Mearsheimer, & Stephen M. Walt. “The Israeli Lobby and U.S. Foreign Policy. Middle East Policy, Vol:23 (3), Fall 2006. 5Ibid 6Talha Köse “Lübnan Fırtınası Dinerken Geride Kalanlar,” 15 Ağustos 2006, http://www.setav.org/index.php?option=com_content&task=view&id=170&Itemid=29  

Etiketler: