LGBT Sopası ve Yeni Dogmalar

Geçtiğimiz hafta Ankara Barosu'nun Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş'ın yaptığı bir açıklama üzerinden görünüşte eşcinsellerin hakları üzerinden Türk kamuoyu yeniden din-gericilik-ilericilik tartışmalarına şahit oldu. Ancak söz konusu açıklamada yer alan bazı ifadeler ve cadı yakmak gibi Ortaçağ Hristiyan Ortaçağ pratiklerine yapılan atıflar, bu zihin dünyasının yerliliği ve bu tartışmanın sahiciliği hakkında soru işaretleri oluşturdu.

Geçtiğimiz hafta Ankara Barosu’nun Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın yaptığı bir açıklama üzerinden görünüşte eşcinsellerin hakları üzerinden Türk kamuoyu yeniden din-gericilik-ilericilik tartışmalarına şahit oldu. Ancak söz konusu açıklamada yer alan bazı ifadeler ve cadı yakmak gibi Ortaçağ Hristiyan Ortaçağ pratiklerine yapılan atıflar, bu zihin dünyasının yerliliği ve bu tartışmanın sahiciliği hakkında soru işaretleri oluşturdu.

Sosyal medyanın indirgemeci ve kutuplaştırıcı etkisiyle tartışma Türkiye’deki pek çok konu gibi siyasi karşıtlıklar üzerinden kör dövüşüne çevrildi. Mesele saptırılarak bireylerin özel hayatıymış gibi yansıtıldı. Konuyu anlamaya fırsat tanımadan herkes cephesini savundu ya da başka bir cepheye savaş açtı. Bu hengamede bu tartışmanın ortaya çıkardığı gerilimin esasında iki paradigma arasında olduğu gözlerden kaçtı.

Bir “marka suç” olarak homofobi

Modernitenin seküler ruhu ve Tanrı’nın merkezde bulunduğu dinler arasındaki gerilim özellikle İslam üzerinden yeniden gündeme geliyor. Modern, liberal-kapitalist dünya, dinlerden kendine bazı kurbanlar vermelerini ve böylelikle dini öğretilerin yeni dünya düzeninin ayağına bağ olmayacağını ispat etmelerini istiyor. Katolik dünyasının II. Vatikan konsiliyle (1962-1965) vermeye başladığı tavizleri İslam’dan da talep ediyor. İki farklı dünya birbirine karşı savaştığını, sabiteleri olan dinlerle relativist “Ne olsa gider” anlayışının karşı karşıya geliyor. Tanrı’yı merkezden kovan aydınlanmacı paradigma, ilahi bir yasa veya hikmetle muhkem olan her şeyi yerle bir etti ve akıl, bilim ve tecrübe yoluyla yeniden tanımlamaya koyuldu. Ancak öyle görülüyor ki bir yandan gelişen teknoloji diğer yandan değişen insan tanımlarıyla merkezden insanın da kovulacağı yeni bir döneme girmiş bulunuyoruz. Zira önce Tanrı’yı dünyasından kovarak onun yerine insanı ikame eden zihniyet, insanı da sürgit yeniden kurguluyor. Böylelikle insan, relativizmin öncülüğünde bir yapboz oyununun nesnesine dönüşüyor. Bu göreceliğin elbette cinsiyetlerdeki kesinliğe de tahammülü olamazdı Cinsler arası eşitlik savaşı nihayetinde kadın ve erkek cinslerinin reddiyle sonuçlandı. Cinsler arası eşitlikten artık söz edilemezdi. Zira artık kesin bir cinsiyet de yoktu. Nitekim Amerika Psikoloji Derneği bildirisinde geleneksel erkekliği “toksik bir hastalık” olarak tanımladı.

Ancak adeta bir buldozer gibi kadim değerlerin, kadının erkeğin ve insanın üzerinden geçerek her şeyi yıkan ve dümdüz eden bu sorgulamacı anlayış sadece bir şeyi sorgulatmıyor: Yıkılanların yerine koyduklarını. Kendi tabu ve dogmalarını. Böylelikle son dönemde sözde ötekileştirme veya ayrımcılığa karşı geliştirilen “antisemitizm” ve “homofobi” gibi kavramlarla başkalarını markaja alarak damgalayan “marka suçların” icat edildiği görülüyor. Yeni dogmalar ne de insanın seçimleri mutlak doğrular olarak kabul edilirken dinden sürekli olarak değişmesi talep ediliyor. Toplumsal, kültürel ve dini kimliklere atıf ve aidiyetse giderek bir “ayıp” haline geldi. İlahi olana yapılan atıflar, dini argümanlar ve talepler giderek meşruiyetini kaybediyor ve damgalanıyor. Bireylerin nefsi, keyfi eğilimleri ve tercihleri ise sorgulanamaz, dokunulamaz yeni kutsallar.

Bunun kamuoyuna özgürlük ve eşitlik gibi “büyülü” kelimeler üzerinden “pazarlanması” da bu gerçeği değiştirmiyor. Zira tanımlama üstünlüğünü elinde tutan hakim paradigma kadını, erkeği, dini, cinsiyeti, insan haklarını tanımlarken özgürlüğü ve kapsamını da tanımlıyor. Sadece tanımlamakla kalmıyor dayatıyor da. Dini ya da başka bir gerekçeyle örneğin eşcinselliği sadece bir bozukluk olarak nitelemek bazı Batılı ülkelerde suç teşkil ediyor. Bunun yasal olarak suç olmadığı yerlerde ise aydın ve ilerici çevrelerce “homofobik” olarak damgalanıyorsunuz. İnsanların bireysel yaşantılarına dair bir özgürlük talebi olarak sunulan bir olgu kısa sürede oldukça organize, örgütlü baskıcı bir harekete dönüşüyor. Ve giderek kurumsallaşıyor. Örneğin Almanya’da küçük yaştaki çocuklar dahil gönüllü olarak başvursalar da hekimlerin danışanlarına terapi uygulaması veya kimliklerini sorgulayıcı telkinlerde bulunması bu yıl itibariyle yasaklandı. Yasağa aykırı hareket eden hekimleri 30 bin avro veya 1 yıla varan hapis cezası bekliyor. Bu arada eşcinsellerin en azından bir kısmının travmatik yaşantılar sonucu bu cinsel yönelime girdikleri yönündeki klinik gerçekler göz ardı ediliyor. Ancak ilginç olan tüm muhkem sabitelere savaş açmış bu zihniyetin kendi kabullerine yanılmaz ve sarsılmaz bir kesinlik atfetmesi. Ancak daha 1980’lerde Avrupa’da Yeşiller Hareketi öncülüğünde çocukların cinsel özgürlüğü adı altında pedofilinin eşcinsellikle aynı paket içerisinde meşrulaştırmaya çalıştığı ve propagandasını yaptığı unutuluyor[1] Oysa o zaman cinsel özgürlük çatısı altında meşrulaştırmaya çalışılan pedofoli artık bir zamanlar onu savunanlarca da suç kabul ediliyor. Tarihi seyir içerisinde de eşcinsellik önce “günah” sonra “hastalık” sonra da normalite kabul edilerek bir değişim geçiriyor. Bu değişimin nerede duracağını tahmin etmek güç.

Her tanım politik bir eylemdir

Dünyanın bir kısmı açık ve sefaletten, bir kısmı terörden ve bir kısmı savaştan bellerini doğrultamazken Türkiye gibi belli bir potansiyele sahip ülkeler de bu tür sun’i tartışmalarla meşgul ediliyor. Batı’dan kopyalanan düşünce, inanç ve tezleri savunmaktan ya da onlarla savaşmaktan kendimizi ve karşımızdakini tanımaya, ve anlamaya zamanımız ve mecalimiz kalmıyor. Ne yerli ve bağımsız bir düşünce ne de felsefe üretiliyor. Çünkü sürekli ne tepki vereceğini düşünen bir zihin bağımsız düşünemez.

Müslümanlarsa ilahi ve aşkın olanı referans olarak tanımayan bir dünyada insan haklarına referans vermekten başka çare bulamıyor. Kendi haklarını savunmak için sıklıkla buna sığınsalar da bu kavramların tanımlayanı onlar değiller. Tanımı kim yaptıysa kapsamını da o belirler. Hannah Arendt’in de işaret ettiği gibi her tanım politik bir eylemdir. Bu yönüyle de hegemoniktir.

Bu nedenle Müslüman dindar bireylere yapılan senin dini özgürlüğün nasıl insan hakkıysa bu da insan hakkı itirazı bu itirazı yapanlar açısından kendi içinde tutarlı bir talep. Bu nedenle dindar Müslümanların kendi hak ve talepleri için gösterecekleri referanslar konusunda yeniden kafa yormaları gerekiyor.

[Sabah, 2 Mayıs 2020]

Etiketler: