İsrail Sorununun Uluslararası Toplum Açısından Anlamı

İsrail sorunu modern zamanların en karmaşık çatışmalarının başında gösterilmektedir. Haritada kapladığı alan göz önünde bulundurulduğunda oldukça kısıtlı bir sorun gibi görünse de konuyla bağlantılı etnik, dini, tarihi, sınıfsal, toprakla …

İsrail sorunu modern zamanların en karmaşık çatışmalarının başında gösterilmektedir. Haritada kapladığı alan göz önünde bulundurulduğunda oldukça kısıtlı bir sorun gibi görünse de konuyla bağlantılı etnik, dini, tarihi, sınıfsal, toprakla ilgili ve bölgesel bağlamı göz önünde bulundurulduğunda karmaşıklığın boyutları daha net ortaya çıkmaktadır. Toplumlar arasında gelişen hasmane ilişkiler ve ayrımlar da düşünüldüğünde Filistin ve İsrailli Yahudi toplumlarının aralarında derin uçurumun kolay kapanamayacağı görülmektedir.

Avrupa yüzlerce yıllık “Yahudi Sorunu”nu Ortadoğu’ya yönlendirerek bu meseleyi ağırlıklı olarak Müslümanların bir meselesi haline getirmiş gibi görünse de bu konu uluslararası toplumun öncelikli bir meselesidir. Filistin gibi dünyanın spotları altındaki bir konuda kaba güç ve baskıya dayalı bir çözüm formülü başarılı olur ve adil barış seçeneği tamamen göz ardı edilirse dünyanın bütün mazlumları bundan zararlı çıkar. Güçlü olanın adil çözüme üstün geldiği bir yaklaşım tarzı tescillenmiş olur. Trump yönetiminin uluslararası kuralları da hiçe sayan Kudüs kararı İsrail kanadından baskıya dayalı çözümün tekrar zorlanmaya çalışıldığının göstergesidir. Trump yönetimi meseleye kendi çıkarları açısından baksa da böylesi bir çözümün uluslararası toplum açısından muhtemel sonuçları konusunda tamamen duyarsızlık içindedir. Bu yönü ile Trump yönetimini yanlış kararından döndürmeye yönelik olarak BM Genel Kurulu’nda Türkiye ve Yemen’in talebi ile oylanan tasarı uluslararası vicdanın ve hassasiyetlerin yeniden vurgulanması ve buna sahip olmayan ülkelerin ayıplanması açısından kayda değer bir girişimdir.

Konuyla ilgili akademik ve gazetecilik bağlamında söylenmeyen neredeyse bir şey kalmamış durumdadır. Bu nedenle aslında tartışma artık daha ziyade ahlaki bir zeminde ilerlemektedir. Filistinlilerin maruz kaldığı zulüm ve adaletsizlikler Müslümanlar ve Araplara sempati ile bakmayan kesimler tarafından bile kabul edilme notasında gelmiştir. ABD’nin tehditler veya çeşitli ödüllerle ikna ettiği birkaç ülke hariç tutulursa, uluslararası toplum Filistinlilerin maruz kaldıkları adaletsizlikleri net bir şekilde görmektedir ancak aynı zamanda konu ile ilgili somut adımlar atmaktan da geri durmaktadır. 11 Eylül sonrasında ABD tarafından dayatılan “teröre karşı küresel savaş” yaklaşımı Filistin meselesinde meşru bir zeminde hak arayışına ket vurmuştur ve İsrail yönetimi bu ortamı Filistinlilere karşı daha fazla baskı uygulamak için kullanmıştır. Ancak bu dönemde sorunun ana konularının çözümüne yönelik hiçbir kayda değer adım atılamamıştır. Oslo Barış Süreci’nin 2000 yılındaki Aksa İntifadası ile sona ermesinin ardından konunun çözümüne yönelik ilerleme sağlanamadığı gibi İsrail’in illegal yerleşimlerinde hızlı bir artış yaşanmıştır.

Kimliklerin çatışması 
İsrail sorununun yönetilebilir hale gelmesi açısından iki temel görüş vardır: İlki toplumlar arasındaki uçurumların toplumlar arası köprüler inşa etmek yolu ile üstesinden gelmek ve iki devletli çözüm temelinde adil formül üzerinden çalışmaktır. Diğer seçenek ise bu ayrımları daha da derinleştirerek sorunu tamamen içinden çıkılmaz hale getirmek ve uzun vadede Filistin kimliğini ortadan kaldırmaktır. Filistin tarafında da İsrail’in varlığını tamamen reddeden benzer bir yaklaşım mevcuttur. İsrail’de şu anda iktidarda olan yaklaşım ise net şekilde iki devletli çözüm ihtimalinin imkanlarını ortadan kaldırmak için her türlü adımı atmaktadır. Toprak bütünlüğü olmayan, kendi yaşadıkları topraklarda egemenlik ve güvenliği sağlayacak imkanları olmayan, kimliğinin temelinde yatan kutsal ve tarihi sembol ve mekanlarından soyutlanmış bir Filistinli topluluğunun varlığı elbette bir çözüm seçeneği değildir.

Oslo Barış görüşmeleri dört temel konuda tıkanmıştı: 1948 Filistinli mültecilerin geri dönüş hakları, Filistin yönetiminin sınırları, Gazze ve Batı Şeria’daki yerleşimlerin durumu, Kudüs’ün statüsü. Bu başlıklar aslında Filistin kimliğinin varoluşu ve sürdürülebilmesinin imkanlarına dair temel konulardı. Kudüs’ün statüsü Filistin kimliğinin en temelinde yatan konudur ve bu nedenle Filistin’in efsane lideri Yaser Arafat Oslo Barış Süreci’nin başarısızlığının tüm sorumluluğunu üzerine alma pahasına Kudüs’ün dışarıda bırakıldığı bir çözüm seçeneğini kabul etmemiştir. Arafat, Filistin kimliğinin uzun vadede sürdürülebilmesini muğlaklaştıran ancak somut kazanımları ortaya koyan bir metni imzalamamış ve soyut Filistin kimliğini daha güçlü bir şekilde muhafaza etme yolunu tercih etmiştir. Süreci tamamen sona erdiren gelişme ise Ariel Şaron’un Harem-i Şerif’e yönelik yaptığı taciz ve ihlal olmuştur. Bu adım İkinci İntifada’nın fitilini ateşlemiştir. Kudüs konusundaki adil çözüm Filistin İsrail konusundaki çözümün de anahtarıdır.

Şu anda iktidarda olan İsrail aşırı sağına göre Filistin kimliği genç bir kimliktir, Batı Şeria’nın Ürdün ve Gazze’nin Mısır kontrolüne verildiği, Filistinlilerin Kudüs’ten de vazgeçtiği bir çözüm seçeneğinin kendileri açısından ideal çözüm olduğudur. Elbette bu seçenek Filistinli mülteciler sorununu tamamen göz ardı etmekte ve İsrail içindeki Arapları yönelik olarak uygulanan apartheid sisteminin daha şiddetli bir şekilde sistemleştirilmesini öngörmektedir. Tecrit duvarları, toplu cezalandırmalar, uluslararası hukuk ve insan hakları kaidelerinin ihlali gibi modern zamanların hukuksuz baskı araçları bu doğrultuda İsrail güvenlik birimlerinde aktif bir şekilde uygulanmaktadır. Böylesi bir yaklaşım başta Kudüs olmak üzere hassas tüm konularda müzakerelere kapalıdır.

Aslında konu ile ilgili dışarıya çok fazla yansımayan diğer bir tartışma ise İsrail içinde İsrail devleti ve İsrail kimliğinin ne şekilde tanımlanması gerektiğine yönelik süregiden tartışmadır. İsrail sınırları belli modern bir ulus devlet mi, geleneksel bir din devleti mi yoksa yayılması bir ideal mi olmalıdıra yönelik kendi içlerinde bir tartışma da devam etmektedir. ABD içindeki etkili Evanjelik kesimin İsrail’e koşulsuz desteği ise İsrail içindeki maksimalist taleplere sahip kesimleri cesaretlendirmektedir. ABD artık Filistin-İsrail sorununda çözümsüzlüğün bir tarafı haline gelmiştir.
Trump yönetiminin ABD’nin İsrail büyükelçiliğini Kudüs’e taşımayı öngören kararı Filistin-İsrail meselesini yeniden dünya gündemine taşımış ve Washington’ın beklentilerinin hilafına bir farkındalığın ortaya çıkmasına neden olmuştur. Modern zamanların bu en girift sorunu taraflar arasındaki güç asimetrisine takılmaktadır. Bu sorunun ne şekilde çözüleceği ise uluslararası toplumda adil barış seçeneğinin halen anlamlı bir kategori olup olmadığının önemli bir test alanı olacaktır.

[Sabah, 30 Aralık 2017]

Etiketler: