İslam Dünyası Parlak Geçmişini Arıyor (II)

Terör eylemini yapan örgütün adının bugün el-Kaide olması hiçbir şey ifade etmiyor. El-Kaide örgütünün yerine ETA’yı yahut Tamil gerillalarını koysak, ana ideolojik çerçeve değişmeyecektir. Çünkü el-Kaide’nin siyasi pragmatizmi ve ‘amaca götüren her araç meşrudur’ inancı, herhangi bir militan sağ ya da sol örgütten farklı değil. Geçen yazıda işaret ettiğimiz ‘yerinden edilmişlik hali’ni (homelessness) sadece zaman telakkisinde değil, aynı zamanda mekan algılamasında da yaşıyoruz. Müslüman toplumlar uzun bir süredir kendilerine ait bir mekanda yaşamıyorlar. Geleneğin nostaljik ve yer yer egzotik bir meta haline getirildiği günümüzde, sahih ve yerleşik bir mekanın nasıl olacağına dair temel referanslarımızı yitirmiş durumdayız. Modern mimarinin bir tarafta insanı yücelten öte tarafta onu yığın haline getirip yok sayan diyalektik mekan anlayışı, bize çarpık bir modernleşme serüveninin çarpık mekan koordinatları olarak yansıyor. Selimiye’yi, Galata Mevlevihanesi’ni, İshak Paşa Sarayı’nı, Karatay Medresesi’ni, Mostar Köprüsü’nü, Safranbolu evlerini inşa eden bir milletin torunları olan bizler bugün ne Müslüman ne de Avrupalı mekanlar inşa edebiliyoruz. İkisinden de uzak, ikisine de yabancı bir ruh haliyle, elimize geçen her fırsatı köksüz, temelsiz, nakışsız, ruhsuz binalar yapmak için kullanıyoruz. Bunda ne Karadenizli inşaat ustasının ne de Güneydoğulu sıvacının bir suçu var. Bunlar, çarpık mekan telakkimizin taşa, sıvaya, boyaya yansımış hali.

Terör eylemini yapan örgütün adının bugün el-Kaide olması hiçbir şey ifade etmiyor. El-Kaide örgütünün yerine ETA’yı yahut Tamil gerillalarını koysak, ana ideolojik çerçeve değişmeyecektir. Çünkü el-Kaide’nin siyasi pragmatizmi ve ‘amaca götüren her araç meşrudur’ inancı, herhangi bir militan sağ ya da sol örgütten farklı değil.
Geçen yazıda işaret ettiğimiz ‘yerinden edilmişlik hali’ni (homelessness) sadece zaman telakkisinde değil, aynı zamanda mekan algılamasında da yaşıyoruz. Müslüman toplumlar uzun bir süredir kendilerine ait bir mekanda yaşamıyorlar. Geleneğin nostaljik ve yer yer egzotik bir meta haline getirildiği günümüzde, sahih ve yerleşik bir mekanın nasıl olacağına dair temel referanslarımızı yitirmiş durumdayız. Modern mimarinin bir tarafta insanı yücelten öte tarafta onu yığın haline getirip yok sayan diyalektik mekan anlayışı, bize çarpık bir modernleşme serüveninin çarpık mekan koordinatları olarak yansıyor. Selimiye’yi, Galata Mevlevihanesi’ni, İshak Paşa Sarayı’nı, Karatay Medresesi’ni, Mostar Köprüsü’nü, Safranbolu evlerini inşa eden bir milletin torunları olan bizler bugün ne Müslüman ne de Avrupalı mekanlar inşa edebiliyoruz. İkisinden de uzak, ikisine de yabancı bir ruh haliyle, elimize geçen her fırsatı köksüz, temelsiz, nakışsız, ruhsuz binalar yapmak için kullanıyoruz. Bunda ne Karadenizli inşaat ustasının ne de Güneydoğulu sıvacının bir suçu var. Bunlar, çarpık mekan telakkimizin taşa, sıvaya, boyaya yansımış hali.

Mekânın yabancılaşması Fakat sorun sadece güzel binalar yapma meselesi değil. Güzel bir mekanın içine girdiğimizde onun ahengine ne katabildiğimiz asıl sorunu teşkil ediyor. Sorun, mekanı oluşturmak, ama aynı zamanda mekanın bize fısıldadığı sırların ortağı olmak, onlara kulak verebilmek, onlardan manalar çıkartabilmek. Ve bütün bunlara kendimizden bir şeyler katabilmek. Modernleşme adına çıktığımız yolculukta bu duyarlılığımızı yitirdik. Rasyonel olmak adına kendimize derinliksiz ve yapmacık varlık alanları oluşturduk. Şimdi evlerimiz, okullarımız, sitelerimiz, yollarımız, şehirlerimiz tıpkı zaman algılamamız gibi bize yabancı, derinlikten yoksun, bize huzur ve mana aşılamaktan uzak. İster New York’ta yapılmış olsun ister Doğubeyazıt’ta modern mekanların ifşa edilmemiş hiçbir sırrı yok. İslam toplumlarındaki çağdaş travma, bu iki algılama biçiminin ürettiği sürekli gerginlik halinden kaynaklanıyor. Kendini tarihin dışında hisseden Müslüman toplumlar, anlam haritası başka yerlerde örülmüş mekanlarda yaşıyorlar. Böylece kendilerini ne zamana ne de mekana ait hissediyorlar. İslam dünyasında nihilizm hiçbir zaman kök salamadığı için, bu yabancılaşma halinden kurtulmak isteyenler çözümü ya ilkesiz ve ölçüsüz bir modernleşmede ya da radikal siyasi ideolojilerde arıyorlar. Birinci yolu seçenler ‘ne pahasına olursa olsun modernleşelim’ diyorlar. Bu bize elit düzeyde laikçilik, popüler düzeyde ise tele-vole kültürü olarak yansıyor. İkinci yol seçildiğindeyse modernitenin şiddeti estetize eden araçları, siyasi ümitsizlik hali içinde kimlik krizi yaşayan genç dimağlara terör eylemleri olarak yansıyor.

İslam dünyasının yaşadığı maddi ve zihinsel travmayı, bu gerginlik hatlarından bağımsız ele alamayız. 9-11 Eylül tarihleri arasında Mekke’de yapılan İKÖ toplantısında ele alınan siyasi ve sosyal pek çok sorunun arkasında bu gerginlik halinin yarattığı tepkisellik yatıyor. Aydınları ve geniş halk kitlelerini uzun bir süredir kuşatmış olan tarihin dışına itilmişlik hissi, İslam dünyasında nefyetme ve olumsuzlama tavrını kendi başına bir varlık alanı haline getirdi ve bu, inşaya yönelik adımları işlevsiz kılıyor. Oysa nefyedici tavır, kendi başına bir ilke koyamaz. İlke koyamadığı için bir kültür, kimlik, medeniyet, siyaset ve strateji inşa edemez.

Yeni bir Gazali arayışı…

İslam ülkelerindeki radikal hareketlerin doğuş ve gelişme şartlarına bu açıdan baktığımızda, gittikçe yaygınlaşan aşırılık ve ölçüsüzlüğün içinde yaşadığımız ‘modern durum’ ile doğrudan bağlantılı olduğunu teslim etmemiz gerekiyor. Usame bin Ladin gibi kişilerin dinî ve siyasi fetvalarının Gazali’nin “el-iktisad fi’l-i’tikad” yani inançta (ve amelde) orta yol duyarlılığından uzak olduğunu görmek zor değil. Modern dünyanın savaş teknolojilerinden görsellik kültürüne kadar her şeyi aşırılık ölçüleri içinde yapma insiyakı modern İslamcı hareketlerin çoğuna “iktisad” ilkesinden kopuş olarak yansıdı. Her şeyi dengeli ve ölçülü yapmak İslam’ın temel unsurlarından biriyken ve Müslümanlara “ortayol topluluğu” (ümmeten vasata) adı verilmişken, bugün pek çok kişi itidal ve ölçülü olma çağrılarına taviz vermek olarak bakıyor. Oysa ortayolu olmayan bir medeniyet doğru yolu da bulamaz. İman ve amelde “iktisad” yoksa, gidilecek bir yol da yok demektir. Gazali, teolojik ve siyasi bir krize giren 12. yüzyıl İslam dünyasında itidal ve iktisad çağrısında bulunmuş ve İslam tarihinin en köklü dönüşümlerinden birini gerçekleştirmişti. Gazali’siz bir İslam dünyasının bugünkü durumu ortada. İslam dünyasının bize ortayolu gösterecek çağdaş bir Gazali’ye şiddetle ihtiyacı var.

Bu noktada Vahhabizm’in ve türevlerinin ortaçağa ait bir düşünme biçimi değil, bilakis son derece ‘modern’ bir ideoloji olduğunu tekrar hatırlatalım. Moderniteye başkaldıran pek çok hareket gibi Vahhabizm de inandığı ilkeleri ve geliştirdiği mekanizmaları itibarıyla modern bir harekettir. Fakat bu modernlik, onun ‘çağdaşlığını’, yani bu zaman ait olma halini değil, İslam geleneğindeki temel referanslarla olan mesafesini ifade ediyor. Bu yüzden Usame b. Ladin’in aşırılığı, onun ‘dinci’liğinden veya ‘gerici’liğinden değil, bir tarafta Hitler ve Stalin’den, öte tarafta küresel kapitalizmin sınır tanımaz yayılmacılığından mülhem pragmatizminden kaynaklanıyor. Hiroşima’da zirvesine ulaşan aşırılıkla 11 Eylül’de İkiz Kuleler’i yıkan aşırılık aynı kaynaktan besleniyor.

Fakat aşırılığı üreten şartlar sadece dinî nitelikli hareketleri değil, bütün siyasi oluşumları radikalize ediyor. Bugün bazı İslam ülkelerinde aşırı dinciliğin bulunduğunu söyleyip ondan sonra aşırı solculuğun, aşırı sağcılığın yahut aşırı laikçiliğin olmadığını söylemek mümkün mü? Filistin, Bosna, Irak, Çeçenistan ve Keşmir’de işgalci güçlerin sergilediği aşırılıkları yok sayıp, bir avuç militanın eylemleri yüzünden bütün İslam dünyasını mahkum etmek bir başka aşırılık örneği değil mi? Üstelik teröre kapı aralayan siyasi söylemler Müslüman toplumlarla sınırlı değil. Yükselen Hint milliyetçiliği, devlet ideolojisi haline gelen Siyonizm, Sırp milliyetçiliği, Amerikan Evangelizmi gibi halihazırda dünya politikalarına yön veren aşırı hareketleri görmezlikten gelip bunların makul ve meşru sosyal tepkiler olduğunu; ama Filistin yahut Çeçenistan’daki aşırılıklara hiçbir şekilde müsamaha gösterilemeyeceğini söylemek, en hafif ifadesiyle dürüst davranmamak olur.

Terörü kim üretiyor? Peki sorun nerede düğümleniyor? Aşırılıkları kim yahut ne üretiyor? Buna devlet başkanlarından sözümona terörizm uzmanlarına, esnafından öğrencisine kadar herkesin bildiği basit bir gerçeği hatırlayarak cevap verelim: Aşırılık ve nihayetinde terörizmi üreten şartlar var olduğu müddetçe, terör farklı biçim ve kimlikler altında ortaya çıkacaktır. İslam dünyasındaki siyasi ve kültürel gerilim hatları baki kaldığı müddetçe, buna gösterilen tepkiler radikal modernizmden radikal Vahhabizm’e kadar geniş bir yelpazede vuku bulmaya devam edecek.

Bu noktada şu hususun altını çizmek durumundayız: Terör eylemini yapan örgütün adının bugün el-Kaide olması hiçbir şey ifade etmiyor. El-Kaide örgütünün yerine ETA’yı yahut Tamil gerillalarını koysak, ana ideolojik çerçeve değişmeyecektir. Çünkü el-Kaide’nin siyasi pragmatizmi ve ‘amaca götüren her araç meşrudur’ inancı, herhangi bir militan sağ ya da sol örgütten farklı değil. El-Kaide’nin İslami referanslarla yaptığı gerekçelendirmeler İrlanda’da IRA, İspanya’nın Bask bölgesinde ETA yahut Güney Amerika’da Zapatista gerillaları tarafından yapılıyor. Bu örgütler arasındaki tek fark, farklı kültür bağlamlarında farklı siyasi diller kullanmaları. Aksi halde hepsinin çıkarım ve gerekçelendirme biçimleri arasında temel bir benzerlik var.

Küresel kapitalizm terörü üreten şartları rutin bir durum haline getirdiği müddetçe bu el-Kaide gibi örgütleri doğurmaya devam edecektir. Fakat sorunu küresel güçlerin iktidar alanlarına indirgemek ve bizim elimizden hiçbir şeyin gelmediğini söylemek, bizi daha önce temas ettiğimiz kurban edilmişlik psikolojisine götürür ve rasyonel ve cesur adımların atılmasına engel olur. Mekke’deki İKÖ toplantısında bu sorunlara çeşitli biçimlerde temas edildi. Katılımcılar işgal ve küresel sermaye gibi dış etkenlere dikkat çekerken, Müslüman ülkelerin kendi iç şartlarından kaynaklanan sorunları göz ardı edemeyeceğimizi de vurguladılar. Önümüzdeki yazıda Mekke toplantısında geliştirilen yaklaşımlar ve çözüm önerileri üzerinde duracağız

Etiketler: