İslam Dünyası Parlak Geçmişini Arıyor (I)

İslam dünyası tarihinin önemli dönüm noktalarından birini yaşıyor. Küresel sisteme entegre olmakla kendisi kalmak arasındaki gerilim, çağdaş Müslüman toplumların siyasi ve kültürel tercihleri üzerinde doğrudan bir etkiye sahip. Türkiye, Mısır ve İran gibi ülkelerin modernleşme serüvenleri, aynı zamanda derin çelişkilerin tarihi. Modernleşme adına büyük bedeller ödemeyi göze alan Müslüman toplumlar ne modernleşebildiler ne de kendilerine has bir zaman-mekan telakkisi geliştirebildiler. Öte yandan modernleşmenin nimetlerinden bugüne kadar siyasi elitler ve onlara yakın duranlar faydalandı. İslam toplumları modernleşmeyi merkeze karşı çevreyi zayıflatan bir süreç olarak tecrübe etti ve bu fiili durum bugün de devam ediyor. Çevrenin siyasi, ekonomik ve kültürel alanlarda yaşadığı marjinalleşme, İslam dünyasında farklı gerginlik alanlarının doğmasına neden oluyor. İslam coğrafyasının yer yer askerî, çoğu zamansa siyasi, ekonomik ve kültürel işgal altında olması, bu gerilim noktalarına yeni bir boyut katıyor. Avrupa’nın 19. yüzyıldaki modernleşme tarihinin sömürgecilikle atbaşı gittiğini İslam dünyası unutmuş değil. 19. yüzyılın ikinci yarısında Mağrib’den Endonezya’ya kadar İslam coğrafyasının yaklaşık yüzde 80’inin fiili işgal altında olduğu gerçeği, kolektif hafızada yaşamaya ediyor

İslam dünyası tarihinin önemli dönüm noktalarından birini yaşıyor. Küresel sisteme entegre olmakla kendisi kalmak arasındaki gerilim, çağdaş Müslüman toplumların siyasi ve kültürel tercihleri üzerinde doğrudan bir etkiye sahip.
Türkiye, Mısır ve İran gibi ülkelerin modernleşme serüvenleri, aynı zamanda derin çelişkilerin tarihi. Modernleşme adına büyük bedeller ödemeyi göze alan Müslüman toplumlar ne modernleşebildiler ne de kendilerine has bir zaman-mekan telakkisi geliştirebildiler. Öte yandan modernleşmenin nimetlerinden bugüne kadar siyasi elitler ve onlara yakın duranlar faydalandı. İslam toplumları modernleşmeyi merkeze karşı çevreyi zayıflatan bir süreç olarak tecrübe etti ve bu fiili durum bugün de devam ediyor. Çevrenin siyasi, ekonomik ve kültürel alanlarda yaşadığı marjinalleşme, İslam dünyasında farklı gerginlik alanlarının doğmasına neden oluyor. İslam coğrafyasının yer yer askerî, çoğu zamansa siyasi, ekonomik ve kültürel işgal altında olması, bu gerilim noktalarına yeni bir boyut katıyor. Avrupa’nın 19. yüzyıldaki modernleşme tarihinin sömürgecilikle atbaşı gittiğini İslam dünyası unutmuş değil. 19. yüzyılın ikinci yarısında Mağrib’den Endonezya’ya kadar İslam coğrafyasının yaklaşık yüzde 80’inin fiili işgal altında olduğu gerçeği, kolektif hafızada yaşamaya ediyor

.

İslâm dünyasının pürmelali Müslüman toplumlar bu ‘işgal edilmişlik hali’nden kendilerini hâlâ kurtarabilmiş değiller; çünkü işgal farklı biçim ve düzeylerde devam ediyor. Burada Cezayir’in çok yakın bir zamana kadar sadece Fransızcayı resmi dil olarak kullanmasından yanı başımızdaki iki ülke olan Afganistan ve Irak’a, Çeçenistan’dan Filistin’e kadar bir dizi işgal hadisesini hatırlayabiliriz. İslam dünyasının karşı karşıya bulunduğu global sorunları ele almak ve çözüm yolları üretmek için İslam Konferansı Örgütü (İKÖ), 9-11 Eylül tarihleri arasında Mekke’de uluslararası bir toplantı düzenledi. Türkiye, Bosna, Pakistan, Malezya, Senegal, Uganda, Cezayir gibi ülkelerden gelen katılımcılar, Müslüman toplumların karşı karşıya bulunduğu yeni meydan okumaları siyaset, ekonomi ve kültür başlıkları altında ele aldılar, teşhislerde bulundular, yeni çözüm teklifleri sundular. Toplantının amacı, tespit edilen bu sorunlar ışığında İKÖ’nün yeniden yapılandırılmasıydı. Aralık ayı başında yapılacak İKÖ Olağanüstü Devlet Başkanları Zirvesi’nde bu toplantının sonuç bildirgesi ve İKÖ’nün reforme edilmesi ele alınacak. Bu tarihî toplantıyla ilgili bir değerlendirme yapmadan önce İslam dünyasındaki belli başlı gerginlik alanlarına temas etmekte fayda var. Zira Mekke’deki İKÖ toplantısında masaya yatırılan soru ve sorunların mahiyet ve kapsamını doğru tespit etmemiz gerekiyor.

Siyasi, ekonomik ve kültürel anlamda sürekli işgal altında olma durumunun yarattığı psikolojik travma, Müslüman toplumlarda bir ‘kurban edilme’ (victimization) psikolojisine yol açtı. En muhafazakar ve uzlaşmacısından en radikaline ve çatışmacısına kadar günümüz İslam dünyasındaki çeşitli siyasi tavırları anlayabilmek için bu kurban edilme psikolojisini doğru tahlil etmek gerekiyor. Kurban edilme hali, işgal edilme ve haksızlığa uğrama durumunu ifade ediyor. Kendini kurban olarak gören kişi, sürekli bir öfke, tepki ve pişmanlık hali içinde yaşar. Öç alma duygusu gittikçe güçlenir. Çatışma, ‘öteki’ ile ilişkiye girmenin yegane yolu haline gelir. ‘Neden ben?’ sorusu, kimlik tayin edici bir soru haline gelir. Neticede kurban edilme psikolojisi, fiilen kurban olma durumunun önüne geçer. Algı gerçekliği belirler; kurban edilmişlik ontolojik bir duruş haline gelir.

Bugün ortalama bir Müslüman birey Irak, Çeçenistan yahut Filistin’de yaşananlardan kendi ülkesindeki yolsuzluklara kadar hemen her şeye bu sorular penceresinden bakıyor. Kurban edilmişlik psikolojisinin getirdiği sahte güvenlik alanı, sorunların kökeninin dışarıda aranmasını kolaylaştırıyor. Bizi kurban haline getiren şartları anlamak, onların sorumlularını bulmak ve zihinlerimizdeki muhayyel alanlarda cezalandırmak, en kestirme çıkış yolu oluyor. Bu yüzden derinlikli bir tahlil yapmaktan çok öfkemizi formüle ediyoruz. Hakikatin kendisinden çok hangi stratejik doğruların işimizi kolaylaştıracağını düşünüyoruz. Kurban edilmişlik halini doğuran fiili şartları içselleştirerek, gerçek birer kurban haline geliyoruz. İslam dünyasının son iki asırdır yaşadığı süreç, bu ruh halinin yaygınlaşmasında etkin bir rol oynadı. Kendine ait bir zaman ve mekanda yaşama şansından mahrum bırakılan bireyler, kendilerini hem lineer anlamda tarihin dışında hissediyorlar, hem de yabancı bir mekanda yaşıyorlar. Bunun yarattığı aidiyet sorunu, insanları yeni kimlik arayışlarına yöneltiyor. Kimisi çözümü gerçeklikten kaçmak için MTV’nin renkli ekranlarında, kimisi totaliter ve tek-boyutlu siyasi ideolojilerde arıyor. Kimisi ise şiddeti tek çıkış yolu olarak görüyor. Sorunun boyutlarını anlamak için zaman ve mekan telakkisinde yaşanan bu gerginliğe kısaca temas etmemizde fayda var.

Ezilmişlik psikolojsi… İslam dünyası moderniteyle beraber zaman ve mekan boyutlarında bir ‘yerinden edilmişlik hali’ (dislocation) yaşadı. Kendini tarihin dışına itilmiş hisseden kitleler, başkalarının yani Batı’nın ürettiği ve yönlendirdiği bir tarihte ve zaman tasavvurunda yaşamanın büyük bedeller ödemeyi gerektirdiğinin farkındalar. Fakat buna direnecek ve alternatif bir tarih üretecek güçten de yoksunlar. Modern zamanların maddi kazanımları hep Batı medeniyetinin hanesine yazıldı. Tarihsel gecikmişlik ve kültürel geri kalmışlık sendromuyla hareket eden aydınlar ve siyasi liderler, kendilerini Avrupa-merkezli tarih tasavvurunun bir yerlerine iliştirmekten öte bir gayret gösteremediler.

Geleneksel toplumlar zamanı yatay değil, dikey bir süreç olarak algılamayı tercih ediyorlardı. Buna göre tarih, arkamızda değil, ayaklarımızın altında olması gereken bir şeydi. Modern zaman telakkisi, bu anlayışı anlamsız ve işlevsiz hale getirdi. İlerleme maddi, lineer ve tek boyutlu bir süreç haline geldi. Klasik felsefe, zamanı hareketin ölçüsü olarak tanımlamıştı. Hareketin hızlanmasıyla beraber zaman da hızlandı. Fakat bu hız artık bizim kontrol edebildiğimiz bir hız değil. Marx’ın yabancılaşma olarak tanımladığı hal, bugün bir rutin haline gelmiş durumda. Marx’a göre yabancılaşma, insanın kendi eliyle ürettiği araçları kontrol edemez hale geldiği noktada ortaya çıkan bir durumu ifade ediyor. Batılı toplumlar bu yabancılaşmayı farklı bir birey ve toplum tanımı yaparak aşmaya çalıştı. Geleneksel kimliklerini muhafaza eden İslam toplumları ise iki taraflı bir yabancılaşma yaşadılar: bir tarafta modernliğe öte tarafta kendi geleneklerine yabancılaştılar.

Bu yüzden asr-ı saadeti yahut klasik İslam medeniyetini hatırlamanın verdiği güvenlik ortamına geri dönmek isteyen Müslüman kişilerin tarihe sığınma refleksini doğru anlamak gerekiyor. Bu tavır, her tür eleştiriye açık olmakla beraber, tarihle yüzleşmekten kaçma düşüncesine değil, farklı bir tarih telakkisinin mümkün olduğu inancına dayanıyor. Ahmet Haşim’in ‘Müslüman vakti’ dediği bu zaman kavramının ritmini ve rengini Müslüman’ca algılama biçimleri belirliyordu. Bu telakkinin içinde ninnilerden Selimiye Camii’nin inşasına, kan dolaşımının bulunmasından hat sanatına kadar klasik İslam medeniyetinin hemen her veçhesini bulmak mümkün. Burada insan zamanı aşındıran ve bıktıran bir ilişki biçimini değil, onu kendi varoluş biçimiyle anlamlı hale getiren bir düşünce ve yaşam tarzını hedefliyordu.

İslam toplumlarının kahir ekseriyeti bilinçaltında hâlâ bu zaman telakkisine sahip. Gündelik yaşamın empoze ettiği koşuşturmaca hali, bizim dışımızdaki bir zaman telakkisinin taşımak zorunda olduğumuz yükü olarak algılanıyor. Üstelik son iki asırdır ‘kondisyonumuzu’ modern zaman telakkisine göre ayarlama çabamız bize (modern) tarihe yön verecek bir imkan sunmadı. Tersine bu zaman telakkisine uymak için çaba gösterip ter döktükçe, zaman boyutundaki yabancılaşmamız daha da derinleşti ve bir travmaya dönüştü. Bunun yol açtığı gerginlik, bugün bizi sadece klasik İslam medeniyetinden uzaklaştırmıyor, aynı zamanda yaşadığımız zaman dilimi içinde ‘yersiz-yurtsuz’ (homeless) varlıklar haline getiriyor. Bu gerginliği siyasi bir söylem haline getirenler, radikal hareketler olarak çıkıyor karşımıza. Önümüzdeki yazıda mekan boyutunda yaşadığımız yabancılaşmanın ne tür sonuçlar doğurduğuna değineceğiz

Etiketler: