Gülen-Erdoğan Mücadelesinde 30 Mart Sonrası Dönem

MİT krizinden bu yana ortaya çıkan ve 17 Aralık operasyonuyla kavgaya dönüşen hükümet-cemaat çekişmesinin daha geniş bir zemine yayılıp yayılmayacağı Gülen ve çevresinin, dini cemaat veya sivil toplum formatına geri dönmeye razı olup olmayacağıyla şekillenecek.

Aralık 2013’ten beri siyasal gündemin ilk sırasını Fethullah Gülen ile Recep Tayyip Erdoğan veya Gülen Cemaati ile AK Parti iktidarı arasındaki siyasal mücadelenin mahiyeti, gerekçeleri ve muhtemel sonuçları teşkil ediyor. Cevabı aranan soruların başında mücadelenin ne kadar süreceği, nasıl sona ereceği ve hem tarafların, hem de Türkiye siyasetinin bu mücadeleden nasıl etkileneceği geliyor. 30 Mart 2014 seçimleri bu sorulara kısmi cevaplar verse de mücadelenin nasıl ve ne maliyetle sona ereceği henüz açıklığa kavuşmuş değil.

İLİŞKİNİN KIRILMA EVRELERİ

Gülen ve takipçileri AK Parti iktidarına kadar, İslami grup ve partilerden uzak durmaya, onlarla beraber anılmamaya özel bir dikkat sarf edip, merkez sağ ve solda mevzilenmiş, iktidar olma potansiyelleri yüksek siyasi partilere yakın duruyordu.

Merkez sağda Turgut Özal ve Anavatan Partisi, merkez solda Bülent Ecevit ve Demokratik Sol Parti, Gülen’in övgüyle zikrettiği isim ve partiler arasında önde yer alıyordu. Bu eğilimin AK Parti ile kurulan yakın ilişki ile bir kırılmaya uğradığı söylenebilir. Bu strateji değişikliğinde, hem AK Parti’nin Milli Görüş geleneğindeki partilerden çok merkez sağ partilerin bir devamı olarak algılanması ve iktidar olması, hem de Gülen’in siyasete mesafeli durma stratejisini gözden geçirmesinin etkili olduğu varsayılabilir.

2007-2010 yılları arasındaki dönemde Gülen-AK Parti arasındaki işbirliği, sosyal ve siyasal düzlemde epey ilerleme kaydetti. Bu dönemde İslami kesim ile Gülen arasında, (Gülen’in İslami kesimlerden uzak durma, İslami çevrelerin yaşadığı sıkıntılara bigâne kalma tavrından ötürü) öteden beri var olan mesafe kapanma sürecine girdi. Böylece AK Parti-Gülen arasında yaşanan siyasal yakınlaşma taban düzeyinde de karşılık buldu.

Bu süreçte, AK Parti iktidarının imkanlarından en fazla yararlanan oluşum Gülen Cemaati oldu. Gülen, bürokratik örgütlenme, sivil toplum faaliyetleri ve iş imkanları açısından iktidar nimetlerinden maksimum düzeyde yararlandı ve gücünü katladı. AK Parti döneminde Gülen grubu, belli bir strateji çerçevesinde, bürokrasinin istihbarat, operasyon ve yargılama birimlerinde örgütlenerek bürokraside tek başına oyun kurabilecek bir güce erişti.

Gene aynı dönemde bürokraside kazanılan mevziler, Gülen grubunun önceliklerinde görünür bir değişikliğe yol açtı. Öteden beri dini cemaat ve sivil toplum formatıyla ön plana çıkan, bu yüzüyle toplumda teveccüh bulan Gülen, daha çok ‘siyasi’ davalarla anılmaya ve gündeme gelmeye başladı. Ergenekon, Balyoz, KCK ve Şike gibi büyük ‘siyasi’ davalar, başlarda toplumun ve siyasi iktidarın desteğini alsa da, zamanla, Gülen’in güç temerküzüne hizmet eden işaretlerin görünürleşmesiyle sorgulanmaya başlandı.

Cemaat’e mensup devlet görevlilerinin grup aidiyetiyle hareket ettiği, grubun çıkarlarına hizmet etmeyi öncelediği, kurumsal yetki ve ayrıcalıklarını Gülen’in hizmetine sundukları konuşuldu. Bir dini cemaat ve sivil toplum hareketi olarak destek gören Gülen ve çevresi, kayıtdışı bir siyaset odağı, siyaset-dışı araçlarla siyaseti etkilemeye çalışan bir gizli yapılanma olarak görülmeye başlandı.

Gülen ile AK Parti arasındaki ilk ayrışma, 27 Mayıs 2010 tarihinde gerçekleşen Mavi Marmara olayında Gülen’in İnsani Yardım Vakfı’nı (İHH) kışkırtıcılıkla suçlayarak İsrail’e destek çıkan mesajıyla yaşansa da, taraflar bu ayrışmanın üstünü örtmeyi tercih etti.

Gülen Grubu ile AK Parti arasında ilk somut çatışma ise 7 Şubat 2012’deki MİT kriziyle yaşandı. Bu tarihten itibaren, Başbakan Erdoğan ve Gülen’in karşılıklı sıcak mesajlarına rağmen, Gülen grubu ile AK Parti taraftarları değişik vesilelerle karşı karşıya gelerek gerilimi sürdürdüler.

Gülen grubu ile AK Parti iktidarı arasındaki ikinci somut çatışma, hükümetin dershaneleri kapatma niyetini ifade etmesiyle yaşandı. 7 Şubat 2012’den beri Gülen grubu ve hükümet arasında alt düzeyde devam eden gerilim, Kasım 2013’te dershanelerin kapatılmasına yönelik tartışma üzerinden açık bir ihtilafa ve çatışmaya dönüştü. İki taraf arasındaki mücadele dershaneler üzerinden devam ederken, üçüncü somut çatışma, bir ay sonra, 17 Aralık 2013’teki geniş çaplı ‘yolsuzluk’ soruşturmasıyla yaşandı. Bu hamle, 17 Aralık süreci olarak nitelenebilecek sürekli bir çatışma evresinin başlamasına yol açtı. 

17 ARALIK SÜRECİ 

Bu tarihten itibaren Gülen grubu, emniyet, yargı ve medyadaki unsurlarını seferber ederek, hükümete ve özellikle de Erdoğan’a yönelik sistematik ve çok yönlü bir yıpratma kampanyasına başladı. Bu dönemde gerçekleştirilen operasyonlar, sızdırılan belgeler ve yayınlanan ses kayıtları, Gülen ve takipçilerinin seçimler öncesinde AK Parti’ye yönelik bir siyasal mühendislik faaliyeti yürüttüğüne şüphe bırakmadı. 

17 Aralık süreci, 30 Mart seçimlerinin ana gündemini belirledi. Muhalefet partileri ve Gülen çevresi, kampanya boyunca Erdoğan’ın ve hükümetinin yolsuzluk yaptığını iddia ederken, Erdoğan ve partisi ise ‘paralel yapı’ olarak nitelediği Gülen grubuyla mücadele etmeyi kampanyanın ana unsuruna dönüştürdü. Erdoğan, kampanya süresince miting meydanlarında, 17 Aralık sürecini bir darbe teşebbüsü olarak niteleyerek Gülen’i hedef alırken, kullandığı söylemin gerektirdiği adli süreç için seçim sonrasını işaret etti. 

17 Aralık süreci, Erdoğan ve AK Parti’yi de, Gülen ve çevresini de farklı oranda yaraladı. Bir yandan yolsuzluk suçlamaları ve basına müdahale izlenimi uyandıran ‘tapeler’, öte yandan yürütülen kampanyanın etkilerini azaltmak için hükümetin gerçekleştirdiği idari tasarruflar (başta emniyet olmak üzere birçok birimdeki görev değişiklikleri), yasal düzenlemeler (İnternet yasası ve HSYK yasası) ve idari tedbirler (Twitter ve Youtube’un kapatılması) Erdoğan ve AK Parti’nin imajına zarar verdi. 

Gülen ise bu süreçte, dini cemaat ve sivil toplum vasfını, millilik ve sivillik algısını yitirdi. Bugün Gülen, AK Parti tabanı nezdinde hain, diğer birçok toplumsal kesim nezdinde de tehlikeli bir aktör algısına sahip. 

Toplum, siyaset ve devletin tehdit altında olduğuna dair kanaat, Erdoğan ve AK Parti’ye yönelik imaj erozyonunu ikincil plana düşüren bir işlev gördü. AK Parti seçmeni, partisiyle olası hesabını erteleyerek, ‘paralel yapı’ ile sembolize edilen bu tehdidi bertaraf etmek üzere Erdoğan’a destek vermeyi tercih etti. 

Bu çerçevede, 30 Mart seçimleri, AK Parti için avantaj, Gülen grubu için dezavantaj teşkil edecek bir şekilde sonuçlandı. Gülen, stratejinin merkezine oturttuğu AK Parti’yi yüzde 35’lere gerileterek Erdoğan’ın siyasi hayatına son verme veya partiyi bölme hedefine ulaşamazken, Erdoğan yüzde 45 oy alarak ‘paralel yapıyı’ tasfiye etme politikası için toplumdan destek aldı. 

MÜCADELENİN AKIBETİ 

AK Parti, Gülen ve çevresinin demokratik siyaset üzerinde oluşturduğu tehdidi topluma anlatarak, bu yapıyı tasfiye edeceğini vadederek tabanından destek aldı. Erdoğan, seçim gecesi seçmenine yaptığı teşekkür konuşmasında da seçimden sonra gerçekleştirdiği ilk meclis grup toplantısında da, ‘paralel yapıyı’ tasfiye kararlılığını teyit etti.

Şimdiki soru, Erdoğan’ın nasıl bir strateji izleyeceği ve Gülen’in buna nasıl bir karşılık vereceğidir. 30 Mart seçimlerine kadar inisiyatif ve hamle üstünlüğü Gülen ve çevresine aitti, Erdoğan saldırılara karşı etkili bir savunma yapmakla yetiniyordu. Şimdi inisiyatif Erdoğan ve partisine geçmiş durumda. Gülen ve çevresinin Erdoğan’dan gelebilecek hamlelere nasıl bir karşılık vereceği sürecin gidişatı üzerinde etkili olacaktır. 

Hedef, açık ki, Gülen’e sempati besleyen kesimleri ortadan kaldırmak değil, Gülen’in rehberlik ettiği yapının siyaset mühendisliği imkanlarından arın(dırıl)arak dini cemaat veya sivil toplum hareketi formatına geri dön(dürül)mesi olmalıdır. 

Bu çerçevede, Erdoğan ve AK Parti’nin önceliğinin Gülen ve çevresini operasyon imkanlarından yoksun bırakarak yargı karşısına çıkarmak olduğunu söylemek mümkün. Bunu kabaca iki yöntemle yapmaya çalışacağını öngörebiliriz: Adli süreçleri işleterek yargılama ve idari tasarruflarla etkisizleştirme. Yargı sürecinde cemaat mensubiyeti algısından öte somut suç tarifleri etkili olacaktır. İdari tasarruflardaysa, özellikle stratejik mevkiler için cemaat mensubiyeti algısı işletilecektir. Bu iki süreç, ‘paralel yapının’ operasyon yeteneğini büyük oranda ortadan kaldıracaktır. 

Mücadele veya çatışmanın bu iki unsuru aşarak daha geniş bir zemine yayılıp yayılmayacağı, Gülen ve çevresinin, dini cemaat veya sivil toplum formatına geri dönmeye razı olup olmayacağıyla şekillenecektir. Gülen, dönüşümü benimsediğinde sıcak çatışma bu iki süreçle sınırlı kalacak, dönüşüm süreci orta ve uzun vadeye yayılacaktır. Öte yandan, 30 Mart öncesinde yaptığı gibi tabanı mücadeleye zorlama, cemaatten örgüt çıkarma stratejisini tercih ettiğindeyse, hem mücadelenin zemini genişleyecek hem de muhtemel fatura artacaktır.

[Al Jazeera Türk, 11 Nisan 2014] 

Etiketler: