Güçlü Milli Devlet

Cumhuriyetimizi 'güçlü bir milli devlet' olarak yeniden konumlandırmak için Ankara, Osmanlı geçmişi ile barışıyor; normalleşiyor. Etrafındaki bölgelerden gelen tarihi ve coğrafi yükün realitesi ile yüzleşiyor. Dışlayıcı etnik-kültürel milliyetçiliğe ya da küreselci-kozmopolit fırtınalara savrulmadan milli bir duruşu tahkim etmeye çabalıyor.

Ayasofya’nın camiye çevrilmesi ile Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın siyasetinin ajandası yoğun bir şekilde tartışılıyor. Kimisine göre “bir yapılacaklar listesi” var ve devamı gelecek. Özü de “Türkiye’nin adım adım İslamlaştırılması.” Batı medyası da “rejim değişikliği” iddiasını en üst düzeyde seslendiriyor. Ana iddialar, “Osmanlı İmparatorluğu’nu canlandıran” Erdoğan’ın “halifeliği geri getirdiği” ve “Atatürk’ün laik mirasına son verdiği” yönünde. Ayasofya’nın açılmasının heyecanı veya üzüntüsü ile kimileri de içeride bu tartışmalara katılıyor. Türkiye’nin son yıllarda uluslararası konumunu güçlendirmesinin yeni bir olgu oluşturduğu doğru. Erdoğan’ın liderliğiyle Ankara’nın Suriye, Irak, Libya ve Doğu Akdeniz’de etkili hamlelerde bulunduğu ve kurumlarının kapasitesini geliştirdiği açık. Yalnız bu yeni “küresel ve bölgesel dinamizmi” anlamada ve adlandırmada hata yapmamak lazım.

***

Ankara’nın inisiyatifini sınırlandırmak isteyen aktörlerin medyalarının “Yeni Osmanlı, İslamcı, sözde halife, sultan” etiketlerini kullanmasının ağır bir ideolojik kampanya olduğunu görüyoruz. İçeride bu tartışmanın sürdürülmesi ise sağlıklı değil. Türkiye’nin gerçeklerini, kapasitesini ve niyetini iyi anlamak lazım. Ne kafa karışıklığına kapılmak ne hülyalara dalmak ne de propagandaya kapılmak gerekir. O halde yeni ve iddialı olanı, Erdoğan’ın “büyük ve güçlü Türkiye” tanımlamasını nasıl anlamalıyız? Bence bu arayış, Türkiye Cumhuriyeti’nin küresel sistemde etkin rolü olan “güçlü milli devlet” olarak yeniden konumlandırılmasıdır. Daha fazlası değil. Ne imparatorluk ne hilafet arayışı. Temelinde ideoloji veya teopolitik bulunmuyor. Mevcut dünyadaki güç denklemlerinin reel analizine ve tecrübeli liderin risk yönetimine dayanıyor.

***

Bugünün uluslararası sistemi, başlangıcı 1648 Westfalya Anlaşması’na kadar götürülen ulus devletlerden oluşuyor. Ancak yüzyıllara dayalı bu deneyim gösterdi ki, her milli devletin etkisi, kapasitesi ve iddiası aynı ya da benzer değil. Süper güç kategorisindeki ABD’ye ortalama bir milli devlet muamelesi kimse yapmaz. Ya da Çin, Rusya, Hindistan, Fransa, İngiltere, Almanya, Brezilya, Avustralya, İsrail, İran gibi küresel ya da bölgesel güçlerin sade bir milli devlet olarak görüldüğünü söyleyemeyiz. İşte Türkiye dış politikadaki dinamizmi ile bu küresel-bölgesel denklemlerde etkinliği giderek yükselen güçlü milli devletler kategorisine katılmıştır. Bu yeni rolün gerektirdiği kapasiteyi sorgulamak başka, niyeti mahkûm etmek ise daha başka.

***

“Bizim medeniyetimiz” ve “yerli-milli duruş” kavramlaştırmaları ile kendisini gösteren “Erdoğan’ın Türkiye algısı” elbette içe kapanık, reaktif bir milli devlet tanımlaması değil. Bu bağlamda “beka” tartışması da sıradan bir bölünme korkusu değil. Aksine güvenlik tehditlerini sınırlar ötesinde karşılayan ve milli çıkarlarını korumak için küresel meselelere şekil vermeye çalışan proaktif bir milli devlet tanımlaması. Bu etkinlik ve iddia zihinleri karıştırmamalı. Kimi zaman “emperyalizm, imparatorluk hayali”, kimi zaman “Kemalist devletçilik” olarak görülen Erdoğan siyasetini en iyi açıklayan şey olsa olsa, “güçlü Türkiye” kararlılığıdır. Yani, Cumhuriyet’in temel nitelikleri ışığında Türkiye’nin etkisini, gücünü ve kapasitesini büyütmek. Bu bir zorunluluk. İttifakların anlamının değiştiği, ABD’nin küresel rolünü yeniden tanımladığı ve küresel güçlerin etki için etrafımızdaki bölgede rekabet ettiği bir dünyada Türkiye’nin içine kapanma lüksü yok. “Suriye’de, Libya’da ya da Doğu Akdeniz’de ne işimiz var?” deme naifliği yok.

***

Cumhuriyetimizi “güçlü bir milli devlet” olarak yeniden konumlandırmak için Ankara, Osmanlı geçmişi ile barışıyor; normalleşiyor. Etrafındaki bölgelerden gelen tarihi ve coğrafi yükün realitesi ile yüzleşiyor. Dışlayıcı etnik-kültürel milliyetçiliğe ya da küreselci-kozmopolit fırtınalara savrulmadan milli bir duruşu tahkim etmeye çabalıyor. Bu bir yayılmacılık değil, milli kimliğin özgüvenini tazelemektir. Bugün Türkiye’nin ihtiyacı olan kurumsal kapasiteyi geliştirmek, kapsayıcı vatandaşlık kimliğini pekiştirmek, süreklilik ile değişimi harmanlamaktır. Dünya siyasetinin kaotik ve sert doğasına uygun liderlik performansı ile demokrasisini konsolide etmektir. Güçlü Türkiye’nin “Cumhurbaşkanı” olarak Erdoğan, zaten Suriye’den Filistin’e, Arakan’dan, Somali’ye kadar Müslümanların dertleri ile ilgileniyor.

[Sabah, 28 Temmuz 2020]

Etiketler: