Alman Polisi

Almanya’nın Filistin Korkusu, Müslüman “Cadı Avı” ve Güvenlikleştirme

Avrupa'nın birçok ülkesinde olduğu gibi Almanya'da da yıllardan beri İslam düşmanlığı, kurumsal ayrımcılık, nefret söylemleri, camilerin kundaklanması, Müslümanlara yönelik hakaret, şiddet ve cinayetlerin artması siyasi ve sosyal bir sorundu. 7 Ekim'in ardından ise Almanya'da bu sebeplerden dolayı hâlihazırda tedirgin bir ruh haliyle hayatlarını idame ettiren Müslümanlarda korku cumhuriyetinde yaşadıkları hissiyatı gün geçtikçe güçlenmeye başladı. Filistin'deki savaşın alevlenmesiyle Almanya'da Müslümanlara ve İslami cemaatlere yönelik siyasi baskılar giderek artmaya başladı. Dolayısıyla Müslümanlar açısından 7 Ekim zorlu bir milat anlamı kazandı.

Avrupa’nın birçok ülkesinde olduğu gibi Almanya’da da yıllardan beri İslam düşmanlığı, kurumsal ayrımcılık, nefret söylemleri, camilerin kundaklanması, Müslümanlara yönelik hakaret, şiddet ve cinayetlerin artması siyasi ve sosyal bir sorundu. 7 Ekim’in ardından ise Almanya’da bu sebeplerden dolayı hâlihazırda tedirgin bir ruh haliyle hayatlarını idame ettiren Müslümanlarda korku cumhuriyetinde yaşadıkları hissiyatı gün geçtikçe güçlenmeye başladı. Filistin’deki savaşın alevlenmesiyle Almanya’da Müslümanlara ve İslami cemaatlere yönelik siyasi baskılar giderek artmaya başladı. Dolayısıyla Müslümanlar açısından 7 Ekim zorlu bir milat anlamı kazandı.

İş yerleri, okullar ve diğer kamusal alanlarda Müslümanların Gazze’deki katliamlar ile ilgili dayanışma duruşu Alman bürokrasisi nezdinde genelde şüphe ve tepkiyle karşılık buldu. 7 Ekim’den bu yana Gazze yanlısı dayanışmaya yönelik baskılar sivil toplum üzerinde geniş bir etki yarattı. Bu tarihi takip eden ilk dört hafta içinde sadece Berlin’de polis tarafından, çoğunluğu Filistin yanlısı olduğu iddia edilen kişiler olmak üzere 850’den fazla tutuklama gerçekleşti. Bu sayıya protestolarda gözaltına alınanlar dahil değildir ve uzmanlara göre bu sayı resmi rakamların çok üzerindedir. Berlin polisinin Filistin yanlısı gösterileri yasaklama gerekçesi ise bu tür toplantıların “kışkırtıcı, antisemitik haykırışlar” ve “şiddet eylemleri” açısından “yakın bir tehlike” şeklinde değerlendirmesi. Dolayısıyla Berlin sokaklarında Filistin bayrağına ve Filistin atkısına bile tahammülün olmadığı bir atmosfer hakim.

Almanya’nın diğer büyük şehirlerinde durum farklı değil. Alman devlet kurumlarının öncülüğünde ifade özgürlükleri üzerindeki baskılar gitgide artmakta. Üstelik bu baskıdan sadece Müslümanlar mustarip değil. Aynı zamanda İsrail’e tepki gösteren diğer toplumsal kesimler de baskıya ve itibarsızlaştırılmaya maruz kalmakta. Bu sosyal baskı kampanyasından dolayı “otosansür” artık içselleştirilmiş ve sıradanlaşmış bir vaziyette. Örneğin geçtiğimiz günlerde siyonizm karşıtı bir Yahudi sanatçı, Filistin yanlısı paylaşımları nedeniyle çok sayıda ölüm tehdidi aldığını açıkladı. Ancak bunları bildirdiğinde Berlin polisinin henüz bir tepki vermediğini belirterek Almanya’da “McCarthycilik dönemi yaşanıyor” ifadesini kullandı.

Almanya’nın Yeni Güvenlikleştirme Paradigması

Demokrasisi ile övünen ve dünyaya insan hakları, özgür ve bağımsız medya, fikir ve ifade özgürlüğü dersleri vermeyi ihmal etmeyen Almanya, doğrudan bu alanlarda kendi içerisinde antidemokratik yaptırımlar uygulamaya başladı. Bu süreçte ise sosyal ve kurumsal baskı aracılığıyla Alman sivil toplum ve medyasının önemli bir çoğunluğunun desteğini yanına aldı.

Bu durum temel olarak yeni “güvenlikleştirme paradigmasının” devreye girmesi ile bağlantılıdır. Uluslararası ilişkilerde ve ulusal politikada güvenlikleştirme kavramı kabaca, devlet aktörlerinin sıradan konuları ve siyasi meseleleri “güvenlik” meselelerine dönüştürme süreci ve böylelikle güvenlik adına olağanüstü araçların kullanılmasını meşrulaştırması şeklinde özetlenebilir. Daha somut anlatımla güvenlikleştirme, 1990’ların başından itibaren Kopenhag Okulu (Barry Buzan, Ole Waever ve Jaap de Wilde) olarak adlandırılan grubun merkezi bir kavramıdır. Kavram, egemen siyasi aktörlerin yaptırımlar için toplumsal desteği harekete geçirmek amacıyla ilgili meseleleri nasıl “güvenlik sorunları” olarak sunduklarını göstermektedir. Sözde istisnai veya tehdit edici bir güvenlik durumuna atıfta bulunularak, sorunların ancak demokratik kural ve prosedürleri kısmen devre dışı bırakarak, olağanüstü tedbirlerle kontrol edilebileceği ve çözülebileceği öne sürmektedir. Olağanüstü tedbirler arasında ise öncelikle antidemokratik uygulamaların devreye sokulması gelmektedir.

Bu minvalde Alman devleti, Müslüman toplumları odağına alan bir “İthal Antisemitizm”, “Öncü/Egemen Kültür” (Leitkultur) ve İsrail referanslı “devlet aklı” (Staatsräson) kavramlarını kullanmış güvenlikleştirmiştir. Böylelikle kendisinin siyasi, hukuki ve toplumsal etki alanlarına müdahale ederek toplumsal mühendisliğin yegane belirleyicisi haline gelmesini sağlamıştır. Ayrıca bu kavramların güvenlikleştirilmesi ile birlikte Alman devleti kavramların tanımlama tekeline de sahip olup, kendi çıkarlarına hizmet eden anlatıyı kamuoyuna dayatabilmiştir.

Kurumsal açıdan bu işleyiş, yazılı ve görsel medya kuruluşlarının devletin sınırlarını çizdiği bir alanda hareket etmesini sağlamış ve söz konusu sınırların aşılması durumunda otosansür refleksi oluşturulmuştur. Böylelikle medya büyük oranda devletin güvenlikleştirme politikalarına hizmet eder hale gelmiştir. Özellikle de yukarıdaki üç kavram üzerinden bu gerçekleşmiş ve Almanya’da yaşayan Müslüman toplumun düşünceleri sebebiyle devlet yaptırımlarına maruz kaldığı bir dönem başlamıştır. Dolayısıyla bu üç kavramın iyi anlaşılması gerekmektedir.

“İthal Antisemitizm”, “Devlet Aklı” ve “Öncü/Egemen Kültür”

İthal antisemitizm söylemi, Almanya’daki antisemitizmin esas olarak antisemitizm geçmişi olan Müslüman ağırlıklı ülkelerden gelen göçmen kökenli insanlardan kaynaklandığı varsayımıdır. Nitekim bu anlatı, Almanya’daki antisemitizmin sorumluluğunu Alman toplumundan uzaklaştırdığı ve bunun yerine göçmen kökenli insanları günah keçisi olarak damgaladığı bir süreçtir. Ancak Almanya’da antisemitizmin sanılandan daha uzun bir geçmişi vardır. Antisemitizm yüzyıllardır Avrupa coğrafyasında bir sorun olarak gelenekselleşmiştir. Nazilerin altı milyon Yahudi’yi katlettiği Holokost’un ana nedenlerinden biri de bu köklü “gelenektir”. Federal Anayasa Koruma Teşkilatı (BfV) tarafından yapılan araştırmalar, Almanya’da antisemitizmin öncelikle aşırı sağ ve popülist parti ve hareketler tarafından yayıldığını göstermektedir. Bu araştırmalara göre söz konusu grupları destekleyen Almanların büyük bir kısmının antisemitik tutumlara sahiptir. Diğer bir ifadeyle anti-semitizm Almanya’da aşırı sağcı ve sağ popülist partiler ve hareketler aracılığı ile toplumun merkezinde popülerleşmekte ve geniş bir tabana yayılması sağlanmaktadır. Öte yandan Alman devletinin siyonizme yönelik eleştirileri antisemitizm suçu kapsamına alma kararı ise ayrıca tartışmalıdır.

“Staatsräson” ise Almancada “devlet aklı” anlamına gelen bir terimdir. Bu kavram, bir devletin güvenliğini ve varlığını korumak için ihtiyaç duyduğu her şeyi yapma hakkını ifade eder. Bu, gerekirse bireysel hakların veya özgürlüklerin ihlal edilmesini gerektirebilir. İsrail bağlamında Almanya, İsrail’in güvenliğini/varlığını kendi ulusal çıkarları açısından zorunlu görür, İsrail’e askeri, siyasi ve ekonomik destek sağlar ve İsrail’in bölgedeki rolünü destekler. Almanya’nın İsrail’e kayıtsız şartsız destek vermesi ve İsrail’in çıkarlarını gözetmesi, İsrail’e – dış aktör olmasına rağmen – Alman kamuoyunda antisemitizm tartışmasında söylem üstünlüğünü sağlamaktadır.

Öncü/Egemen Kültür (Leitkultur)

Bir diğer kavram ise “öncü/egemen külütr – leitkultur”dür. “Leiten” kelimesi Almancada zirvede bulunmak, yönetmek, hükmetmek gibi anlamlara gelmektedir. Milletleri, dolayısıyla kültürleri, dinleri üstünlük derecelerine göre sınıflandıran; farklılıklara tahammül edemeyen bir yaklaşımın sloganı olarak kullanılmaktadır. Öncü kültür kavramı aslında ulusal öz-kimlikleri yücelten, kültürler arası ilişkileri hiyerarşik bir şekilde algılayan eğilime sahiptir. Öncü kültür görüşüne göre Almanya’da yaşayan göçmen ve göçmen kökenli kişilerin, Alman toplumuna tam olarak entegre olmaları ve Alman kültürünü benimsemeleri gerekmektedir. Yine bu kişilerin Alman dilini öğrenmeleri, Alman yasalarına ve değerlerine uymaları ve Alman toplumunun bir parçası olarak yaşamaları gerekmektedir.

Bu görüş, Hristiyan ve Yahudi gelenek ve değerlerinin, Almanya’nın temel değerleri olduğunu ve bu değerlerin korunması gerektiğini savunmaktadır. Dolayısıyla Müslümanları tamamıyla dışlamaktadır. Özellikle Alman muhafazakar çevreleri Müslümanların Alman toplumunu entegre parçası olması için Alman Anayasasına sadakati tek başına yetersiz görmektedir. Aynı zamanda Alman toplumunun temel taşı olan Hristiyan-Yahudi geleneğini de savunması şartını talep etmektedir.

Sonuç olarak Alman devlet aktörleri (siyaset ve bürokrasi kurumu) sözü geçen kavramların güvenlikleştirilmesiyle Almanya’da yasaları değiştirmek ve hatta temel hakları kısıtlamak yetkisini kullanmaktan kaçınmıyor. Görünen o ki, antidemokratik uygulamaların öncelikli hedeflediği kitle de Müslüman toplumu olduğu Alman yetkililerin açıklamalarından anlaşılmaktadır. Öte yandan Almanya’da toplumsal barışın sağlanması için bu tehlikeli süreci durdurması elzemdir. Bu uğurda Alman devlet aktörleri en kısa zamanda güvenlikleştirdiği “İthal Antisemitizm”, “Öncü/Egemen Kültür” (Leitkultur) ve “Devlet Aklı” (Staatsräson) kavramlarını güvenlik zırhından çıkarıp Alman kamuoyunda tartışmaya açmak gerekmektedir. İfade özgürlüğün ve bireysel hakların hakim olduğu bir tartışma kültürü toplumsal barışın sağlanmasına önemli katkı sağlayacaktır.

[Sabah, 23 Aralık 2023]

Etiketler: