5 Soru: ABD Başkanı Biden’ın Sözde “Ermeni Soykırımı” İfadesinin Siyasi ve Hukuki Anlamı

Sözde 'Ermeni Soykırımı' iddialarının Ermeniler için önemi nedir? Soykırım kavramının niteliği nedir? ABD Başkanı’nın sözde 'Ermeni Soykırımı' iddialarıyla alakalı karar vermesi meşru mudur? Türkiye yine de bu durumu ciddiye almalı mı? Türkiye neler yapıyor ve daha neler yapmalı?

1993 yılından bu yana, geleneksel olarak her yıl, ABD başkanlarının 1915 yılında hayatını kaybeden Osmanlı Ermenilerine dair yayınladıkları 24 Nisan mesajında, sözde “Ermeni soykırımı” ibaresini kullanıp kullanmayacakları Türkiye’de önemli bir gündem maddesi oluşturmaktadır. Konunun yoğun bir kamuoyu gündemi oluşturması dışında, Türkiye Cumhuriyeti devletinin de yoğun resmi çaba harcadığı bir meseledir. ABD’de görev yapmış eski bir Türk diplomatın da ifade ettiği gibi, Türkiye’nin Washington Büyükelçiliği’nin mesaisinin önemli bir kısmı, ABD başkanlarının anma mesajlarında bu kavramı kullanmamalarını sağlamaya yönelik harcanmaktadır.

Her yıl Türkiye’nin önüne gelen bu gündemin akla getirdiği iki önemli soru vardır. Bunlardan ilki, sözde “Ermeni soykırımı” ibaresinin ABD başkanının anma mesajında bulunmasının meşru ve hukuki olup olmadığıdır. Aslında bu soru ile 1915 olaylarının soykırım olarak nitelendirilmesine yol açacak hem tarihi gerçekliğin bulunup bulunmadığı hem de bu konuda karar verme yetkisinin siyasi bir makamca kullanılması sorgulanmaktadır.

İkinci önemli soru ise, meselenin Türkiye tarafından bu derece ciddiye alınmasının ve ciddiyetle takip edilmesinin uygun ya da doğru olup olmadığıdır. Bu soru ile de aslında ABD başkanının mesajında “Ermeni soykırımı” ibaresinin bulunmasının hem ABD’nin ulusal hukuk düzeninde hem de uluslararası siyasi ve hukuki düzende doğuracağı sonuçların sorgulanması anlamına gelmektedir.

  1. Sözde “Ermeni Soykırımı” iddialarının Ermeniler için önemi nedir?

Osmanlı Ermeni toplumu, özellikle 1800’lü yılların ortasından itibaren hak ve bağımsızlık talepleri ile irili ufaklı ayaklanmalar ve eylemler gerçekleştirmişlerdir. 1882 ile 1904 yılları arasında 38 büyük çaplı Ermeni olaylarından ve isyanlarından bahsetmek mümkündür. Bunlardan yaklaşık 31 tanesi isyan olarak nitelendirilen ve birinci ve ikinci Sasun İsyanları (1894, 1897), Zeytun İsyanı (1895) ve Adana İsyanı (1909) gibi büyük çaplı isyanları kapsayan Ermeni ayaklanmalarını oluşturmaktadır. Bu olayların gerisindeki yapılanma ise, çoğunlukla Ermenilerce Osmanlı toprakları dışında ya da içinde kurulan cemiyet ve derneklerdir. 1878’de Van’da kurulan Kara Haç Derneği, 1881’de Erzurum’da kurulan Anavatan Müdafileri (Pashtpan Haireniats) Derneği ve 1885’te Van’da kurulan İhtilalci Ermenistan Partisi bunlardan bazılarıdır.

Özellikle Birinci Dünya Savaşı’nın özel şartları içerisinde Ermeni toplumu ile Osmanlı yönetimi ve Müslüman toplum arasındaki gerilim daha da tırmanmış, devlet tehcir ve başka bazı tedbirler de uygulamıştır. Her yıl Ermenilerce “anılan” 24 Nisan günü de, alınan tedbirlerden birisi olan bazı Ermeni toplumu ileri gelenlerinin, Dahiliye Nazırı Talat Paşa’nın emriyle 24 Nisan 1915 tarihinde gözaltına alınmaya başlamasına atfen sözde “soykırımın başladığı gün” olarak anılmaktadır. Daha sonra 27 Mayıs 1915 tarihinde alınan karar ile savaş boyunca Ermenilere tehcir tedbiri de uygulanmış, çok sayıda Ermeni bugünkü Suriye topraklarına göç ettirilmiştir.

Yaşananların, Osmanlı Ermeni toplumu için anlaşılabilir acılara neden olduğu bir gerçektir. Söz konusu acıları, özellikle dönemin şartları ve çeşitli çatışmalarda yaşanan kayıpları, nesiller boyu anlatılagelmiştir.

Ancak bu anlaşılabilir acılar üzerinden ortaya çıkan sorun söz konusu olayların bir nevi gerçek çerçevesinden koparılarak, 1960’lı yıllarla beraber Ermeni toplumu için aşamalı şekilde bir “kimlik unsuru” haline getirilmesi olmuştur. 1960’lı yıllarla beraber dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan Ermenilerin neredeyse yegane temel ortak unsuru “Osmanlı tarafından soykırıma uğratılmış olmak” anlayışı haline getirilmeye başlanmıştır. Sözde “Ermeni soykırımı”nın bütün dünyada ve özellikle de Türkiye’ye karşı kabulünün sağlanması, Ermenilerin neredeyse tek ortak ülküsü haline getirilmiştir. Nitekim merhum Ermeni gazeteci Hırant Dink, 7 Kasım 2003 ve 13 Şubat 2004 tarihleri arasında yazdığı “Ermeni Kimliği Üzerine” başlıklı yazı dizisinden sekizincisinde, Ermeni toplumunun kimliğinin bu unsur üzerine kurulmasını eleştirerek, bu unsurun ortadan kaldırılarak gerçek bir Ermeni kimliğinin oluşturulmasını savunmuştur.

Bazı Ermeni yanlısı söylemeler de bu unsuru sürekli güçlendirilmeye çalışılmakta, Türkiye’nin sözde Ermeni Soykırımı”nı tanımamasını “Ermenileri ikinci kere öldürmek” olarak nitelemeye çalışılmaktadır (Bakınız Julia Pascal, Guardian Saturday, January 27, 2001). Hatta, meselenin ele alınış biçimini özellikle Ermeni lobisinin kendi amaçları açısından uygun bulunmayan çözüm ortamlarından da uzak tutmaktadırlar. Örneğin tazminat ya da emval-i metruke (terk edilmiş mülkler) ile ilgili Türk mahkemelerine başvurmak yerine, aşağıda belirteceğimiz sebepler nedeniyle özellikle ABD mahkemelerinde takip etmeyi tercih etmektedirler.

İşte Ermeni toplumu için bu derece önemli hale getirilmiş “soykırım” meselesi, Ermenilerin özellikle yoğun bulunduğu ABD ve Fransa gibi ülkelerde daha fazla dile getirilmekte, bu amaç için büyük dernek ve lobi faaliyetleri ve eğitim çalışmaları yürütülmekte hatta sinema, resim, edebiyat gibi sanatın bütün dalları dahi kullanılmaktadır.

ABD’de ülke içi siyasi süreçlerin kritik dönemeleri kullanılarak sözde Ermeni soykırımı iddiaları sık sık gündeme getirilmekte özellikle seçim süreçlerinde başkan adaylarının muhatap olduğu değişmez konulardan birisi olmaktadır.

  1. Soykırım kavramının niteliği nedir?

Soykırım kavramı, sanıldığının aksine eski bir kavram değildir. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’nda yaşananlarla ilgili olarak savaşın hemen sonrasında Yahudi bir hukukçu Raphael Lemkin tarafından Axis Rule in Occupied Europe (1944) adlı kitabında kullanılmıştır. Soykırım (genocide) kavramı Raphael Lemkin tarafından ayrıca 1947 yılında yayınladığı “Genocide as a Crimeunder International Law” başlıklı makalesinde tanımamıştır. Bunun üzerine özellikle bir devletin kendi vatandaşlarını yok etmesinin bir iç mesele olarak kalmamasını sağlamamak adına uluslararası çabalar artmış ve BM içerisinde kurulan Hukuk Komitesi’nin çalışmaları sonucunda BM Genel Kurulu oybirliği ile 11 Aralık 1946 tarihinde soykırımı kınayan bir karar alınmıştır. Akabinde ise, 9 Aralık 1948 tarihinde Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi”, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 260 A (III) sayılı kararıyla kabul edilip imzaya açılmıştır. Sözleşme 12 Ocak 1951 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Türkiye Sözleşmeyi 23 Mart 1950’de onaylamıştır.

Sözleşme, hukuki bir soykırım tanımı getirmekte ve “ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen fiillerden herhangi birisinin soykırım suçunu oluşturduğu ifade edilmektedir. Soykırım sayılacak eylemler ise gruba mensup olanların öldürülmesi, grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi, grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak, yaşam şartlarının kasten değiştirilmesi, grup içinde doğumların engellenmesi amacıyla tedbirler alınması, gruba mensup çocukların zorla bir başka gruba nakledilmesi olarak sayılmıştır.

Ayrıca Sözleşme, soykırım suçunun önlenmesi ve cezalandırılması için devletlere sorumluluk getirmekte ve özellikle soykırımdan veya üçüncü madde belirtilen fiillerden suçlu bulunan kimselere etkili cezalar verilmesini sağlamak için taraf devletlerin kendi anayasalarında öngörülen usule uygun olarak gerekli mevzuatı çıkarmayı taahhüt ettiklerini ifade etmektedir. Dolayısı ile devletler soykırım suçunu, iç hukuklarının bir parçası yapmak ve yargılamalar için ulusal mahkemelerini yetkilendirmek durumundadırlar.

Devletlerin bu yükümlülüklerini ihlal edip etmediklerin konusunda ise Sözleşme parlamento ya da benzeri herhangi bir siyasi kurumu değil Uluslararası Adalet Divanı’nı (UAD) yetkili kılmaktadır. Nitekim, Bosna Hersek 20 Mart 1993 Eski Yugoslavya’ya (daha sonra Sırbistan’a) karşı Divan’a başvurmuştur.

Görüldüğü gibi soykırım kavramı, suç niteliğine sahip hukuki bir kavram olarak doğmuş ve yerleşmiştir ve doğal olarak soykırım ile ilgili karar verme yetkisi de ulusal ya da uluslararası yargı kararlarına verilmiştir. Zira soykırım suçunun oluşup oluşmadığının tespiti detaylı hukuki değerlendirmeler gerektirmekte, bu suçun niyet, eylem ve sonuç unsurlarının oluşup olmadığının tespit edilmesi gerekmektedir. Nitekim Bosna Hersek-Sırbistan Soykırım Davası Kararı’nda UAD, Bosna Hersek’teki kamplarda büyük çaplı öldürmeler olduğunu, ancak “kısmen ya da tamamen yok etme” niyeti ile hareket edildiğini gösterir deliller olmadığından bunların soykırım oluşturmadığını, yalnızca Srebrenitsa’da, Temmuz 1995’te “korunan bölge” de 7 bin Bosnalı erkeğin öldürülmesi, bunun dışında çok sayıda öldürme, işkence, tecavüz ve kaybolma (40 binden fazla) olduğuna dair kesin kanıtların bulunduğunu, ve bütün bunların “yok etme kastı” ile yapıldığını ve soykırım olduğunu kararlaştırmıştır.

  1. ABD Başkanı’nın sözde “Ermeni Soykırımı” iddialarıyla alakalı karar vermesi meşru mudur?

Öncelikle belirtilmelidir ki, sözde “Ermeni soykırımı” ifadesinin, ABD’de başkanların mesajlarında yer vermesinin sağlanması dışında başka siyasi süreçlere de başvurulmuştur. 2019 yılı sonuna doğru bu yönde bir tasarı önce Temsilciler Meclisinde kabul edilmiş daha sonra da 12 Aralık 2019 tarihinde Kongrenin üst kanadı olan Senatoda oy birliği ile kabul görmüştür. Ancak hemen sonrasında 17 Aralık 2019 günü Başkan Trump sözde “Ermeni Soykırımı” kararına katılmadığını açıklamış, böylelikle söz konusu tasarı bağlayıcı güç kazanamamıştır. Hatta Trump yönetimi adına konuşan Sözcü Morgan Ortagus, “yönetimin tavrı değişmedi” açıklaması yaparak, aslında 1915 olaylarını soykırım olarak görmediklerini ifade etmiştir. Başkan Trump, geçen yıl 24 Nisan mesajında yine “büyük felaket” (medsyeghern) kavramını kullanmıştır.

Yukarıda görüldüğü gibi soykırım hukuken tanımlanmış bir suç kategorisidir. Bu nedenle de hukuki bir kavram olarak belirli bir eylemin soykırım olarak nitelenebilmesi için bazı temel ilkelere uygun hareket edilmesi gerekir. Bunlardan ilki, ceza hukuku kurallarının geriye yürümezliği ilkesidir. Dolayısıyla 1951 yılında yürürlüğe girmiş ve hukuken o yıl oluşmuş bir suç kavramı ile, 1951 yılından önce ve bu arada 1915 yılında yaşanan olayları değerlendirerek soykırım suçunun oluşup oluşmadığına karar vermek hukukun temel ilkelerinden olan suç ve cezanın geriye yürümezliği prensibine aykırıdır. Nitekim Türkiye’nin de taraf olduğu 1951 Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin 9. maddesi, soykırım suçu üzerinde Uluslararası Adalet Divanı’nın zorunlu yargı yetkisini oluşturmuş olsa da Sözleşme geriye yürütülemediği için 1915 olayları Divan’a götürülememektedir.

İkinci temel prensip ise, bir eylemin soykırım suçu oluşturup oluşturmadığına ancak bağımsız ve tarafsız kişi ya da kurumlar yani yargı kurumu niteliğine sahip kişi ya da kurumların karar vermesi gereğidir. Nitekim, 1951 Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin 9. maddesinin bu konuda yetkiyi Uluslararası Adalet Divanı’na vermesi bu temel prensibin bir gereğidir. Dolayısıyla bu niteliğe sahip olmayan kişi ya da kurumların bir suç iddiası ile ilgili verdikleri kararlar tümüyle siyasi olacaktır.

Öte yandan, devletlerin egemen eşitliği ve diğerinin hukuki yetkisinden bağışıklığı prensipleri gereği, herhangi bir devlet, bir hukuki kişilik olarak, diğer bir devletin ulusal mahkemelerinde yargılanamaz. Bir başka deyişle, herhangi bir Amerikan idari kurumu ya da yargısal kurumunun, Türkiye Cumhuriyeti devletini yargılama konusu yapması uluslararası hukukun bu temel prensibine aykırıdır. Bu türden bir yargılama yapılmış olsa dahi, alınan kararlar uluslararası hukuk çerçevesinde bağlayıcı niteliğe sahip olmayacaktır.

Sonuç olarak, ABD başkanlarının soykırım ifadesini kullanmaları, uluslararası hukuk açsısından hükümsüz ama yalnızca siyasi niteliği ile ön plana çıkan bir ifadedir. Nitekim, şu ana kadarki ABD başkanları, 1915 olaylarını “soykırım” olarak nitelemezken, mevcut başkanın bu şekilde nitelemesi de açıkça siyasi bir tercih niteliğine sahiptir.

Bütün bu hukuki prensiplere rağmen, bağımsız ve tarafsız kurumlar olmayan birçok devlet parlamentosu ve siyasi liderlerinin 1915 olaylarına dair bir hüküm vermeyi tercih etmeleri, siyasi sakilere dayanmakta ve hukuki bir değere sahip olmamaktadır.

  1. Türkiye yine de bu durumu ciddiye almalı mı?

Ancak yine de ABD Başkanı’nın bu yöndeki bir ifadesi, ABD’nin resmi tutumunu yansıtması nedeni ile uluslararası platformda siyasi bir etki doğurabilecek, bazı devletler ya da uluslararası kuruluşları teşvik edebilecek ve bu anlamda Türkiye’ye bazı siyasi yansımaları olabilecektir. Ayrıca ABD’deki Ermeni çevrelerin bundan sonraki süreçte, ABD’nin sözde “Ermeni Soykırımı” nın bütün dünyada yaygın kabulünü sağlamaya ya da Türkiye’ye baskı yapmaya dönük çabalar sarf etmesi yönünde de baskı yapacakları bir zemin oluşacaktır.

Öte yandan, bu yönde bir beyanının hukuki yansımaları daha ziyade ABD iç hukuk sistemi içerisinde olabilecektir. Amerikan mahkemelerinin uzun süre önce ve başka ülkelerde işlendiği iddia edilen suçlara ilişkin tazminat taleplerini dikkate alma konusunda öncü rol oynamak ve “küresel adalet dağıtıcı hukuki platform” işlevi görmek gibi bir rol üstlendikleri görülmektedirler. Özellikle başka ülkelerde söz konusu taleplerin dikkate alınmasının mümkün olmadığı durumlarda veya bu tur talepleri dinleyecek hukuki mevzuat boşluğunda Amerikan yasaları, bu yöndeki davalara imkân sağlıyor gözükmektedir.

Ayrıca Amerikan vatandaşı Ermenilerin özellikle Kaliforniya Eyaleti’ndeki çabaları, bahsedilen uygun durumu destekleyen eyalet kanunlarının çıkarılmasını da sağlamıştır. Kaliforniya kanunları sözde “Ermeni soykırımı mağdurları” ve bunların sigorta, banka, tevdiat alacakları ile yağmalanan mallarının bankalara yatırılan bedellerine ilişkin hukuki düzenleme ve tanımlar geliştirmiş durumdadır. Burada özellikle “Ermeni soykırımı mağdurları” ifadesi kullanılmakta, Ermeniler çatışmanın bir parçası olarak nitelendirilmemektedir. Aslında soykırım tanımından bağımsız bir şekilde yürütülmesi mümkün olan ve gerek sigorta gerekse maddi-manevi tazminat süreçleri, bir nevi kasıtlı bir şekilde “Ermeni soykırımı” kavramı ile ilişkilendirilmektedir.

ABD Başkanı’nın bu yöndeki ifadeleri ABD ulusal mahkemelerinde, özellikle 1915 yılındaki olaylara dair mülkiyet ve benzeri temellerdeki tazminat davalarına güç katabilir. Bu nedenledir ki bugüne kadar Amerikan yerel mahkemelerinde, Ermeniler tarafından Türkiye Cumhuriyeti, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası ve Ziraat Bankası aleyhine açılmış tazminat davaları bulunmaktadır.

Oysa burada temel sorun yukarıda belirtilen temel hukuki prensiplere aykırılıktır. Bir devletin başka herhangi bir devletin ve bu arada ABD’nin yargı yetkisinden bağışıklığını sağlayan temel uluslararası hukuk prensine ve 1951 Soykırım Sözleşmesi’ne aykırı olarak ABD’de çıkarılan bir federal kanun ile Amerikan mahkemelerine yetki verilmiş olmasıdır. Bir ulusal yasa ile uluslararası hukukta mevut yargı bağışıklığına “Yabancı Egemen Bağışıklığı Kanunu (FSIA)” ile istisnalar getirilerek, tek taraflı ve bu nedenle de gayri meşru hukuki süreçler yürütülmektedir.

Dolayısıyla burada esas amacın, hukuki açıdan meşru yollara başvuracak kanıt, delil, belge ve en önemlisi soykırım kastı bulunduğuna dair haklı bir dayanak bulunmadığından, Türkiye’yi zor duruma düşürmek ve soykırım propagandası yapabilmek için, Amerikan mahkemelerinin kullanılması olduğu ifade edilebilir. Ermeni taleplerine uygun siyasi tavırların asıl hedefinin ise, itibarı, tazminat talepleri hatta toprak talepleri üzerinde Türkiye’ye karşı sürekli kullanılabilecek bir araç oluşturmak olarak gözükmektedir.

  1. Türkiye neler yapıyor ve daha neler yapmalı?

Türkiye, sözde “Ermeni soykırımı” söylemlerinin yaygınlık kazanmaması ve özellikle Türkiye’ye karşı haksız bir şekilde kullanılmamasını sağlamak için bugüne kadar birçok çaba harcamış ve harcamaya da devam etmektedir.

2010 yılında söz konusu meselenin, tarihi gerçekler temelinde hukuken ele alınıp sonuca kavuşturulması için Ermenistan ile protokol imzalamıştır. İsviçre’nin arabuluculuğu ile Ermenistan ve Türkiye arasında 10 Ekim 2010 tasrihinde Zürih’te “Diplomatik İlişkilerin Tesisi Protokolü” ve “İkili İlişkilerin Geliştirilmesi Protokolü” imzalanmıştır. Bu protokollerden “İkili İlişkilerin geliştirilmesi Protokolü gereği kurulacak alt komisyonlar “Ermeni Soykırım iddiaları”nı da ele alacak ve çözecek idi. Ermenistan Anayasa Mahkemesi’nin 2010 yılında verdiği gerekçe ile etkisizleştirilen bu protokoller, Ermenistan tarafından 2010 yılı sonunda askıya alınmış, 2015 yılında Ermeni meclisinden çekilmiş ve 2018 yılında ise tümden iptal edilmiştir.

ABD Başkanı’nın bu tavrı karşısında ise bundan sonra hem siyasi olarak hem de hukuki olarak sonuç doğurucu adımların atılmasının gerekliliği açıktır. ABD Başkanı’nın bu tavrının daha ziyade siyasi olduğu gerçeğinden hareketle, bu tür beyanların geri alınması ya da uygulamaya yansıtılmamasının sağlanması konusunda sonuç alıcı girişimlerin ya da tedbirlerin faydalı olacağı değerlendirilebilir.

Öte yandan sözde Ermeni soykırımı iddialarının sahiplerinin zayıf olduğu hukuki boyutun ve hukuki süreçlerin daha fazla ön plana çıkarılması gerekir. Tarafsız ve bağımsız komisyonların ya da yargı kuruluşlarının meseleler üzerinde sonuç alıcı değerlendirmeler yapmasının sağlanması daha isabetli yaklaşımlar olacaktır. Bu bağlamda, özellikle Karabağ sorununun çözülmesi ile beraber Ermenistan ile ilişkilerin yeniden gözden geçirilmesi, ikili bazı objektif süreçlerin yürütülmeye çalışılması, böylelikle diğer devletlerin ellerindeki siyasi araçları da önemli oranda zayıflatılması mümkün olabilecektir.

Etiketler: