Yüksek Öğretimde Büyüme ve Kalite İkilemi

Türkiye'de yükseköğretimdeki evrenselleşme dönemi, toplumsal taleplerin geç de olsa dikkate alınması sonucu, ancak 2000'li yılların sonlarına doğru başlamıştır.

Avrupa ülkelerinde ve ABD’de 1960’lı ve 1970’li yıllarda yüksek öğretimdeki hızlı büyüme yüksek öğretim için birçok yönden parlak bir dönemdir.Üniversiteler kitleselleşerek ve her tabakadan kişiye hizmet sunarak toplumla bütünleşmiş, devlet ve piyasaya sunulan hizmetlerde artış ve çeşitlenme yaşanmıştır. 1980’li ve 1990’lı yıllara gelindiğinde ise, gelişmiş ülkelerin hemen hepsinde yükseköğretim, çağ nüfusunun yarısından fazlasına sunulan evrensel bir hizmet olmuştur. Türkiye’de ise yükseköğretim talebini karşılama konusu her zaman sorunlu olmuştur. 2000’li yıllara gelindiğinde, genç nüfusun, talebin ve yükseköğretim önündeki yığılmanın artmasına ve Türkiye ekonomisinin büyümesine rağmen, yükseköğretim kurumları program kontenjanları ya çok az artırılmış ya da hiç artırılamamış ve hatta bazı yıllar azaltılmıştır. Türkiye’de yükseköğretimdeki evrenselleşme dönemi, toplumsal taleplerin geç de olsa dikkate alınması sonucu, ancak 2000’li yılların sonlarına doğru başlamıştır. 

2006 başında 77 olan üniversite sayısı bugün itibariyle iki katını aşarak 156 olmuştur. Hükümetin mali desteği sayesinde, yeni kurulan üniversitelerin fizikî altyapısı güçlendirilmekte ve öğretim elemanı sayısında da önemli oranda bir artış yaşanmaktadır. Öğrenci sayısında da son üç yıldır ciddi bir artış vardır. Bütün bu büyüme seyrine eşlik eden tartışmalı bir konu, yükseköğretimdeki mevcut büyümenin, yükseköğretim kalitesini olumsuz etkileyip etkilemediğidir. Son yıllarda yükseköğretimde toplumsal talebi karşılama konusunda oldukça önemli mesafeler kaydeden hükümet ve YÖK, kalite tartışmalarında eleştirilerin odağına oturmaktadır. 

Kalite için yükseköğretim endüstrisi olgunlaştırılmalıdır 

Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları (SETA) Vakfı tarafından 2010’da yayınlanan, Mahmut Özer ve Talip Küçükcan ile birlikte kaleme aldığımız Yükseköğretimde Kalite Güvencesi başlıklı rapor, birçok ülkedeki yükseköğretim sistemini ele almış ve şu hususun altını çizmiştir: Büyüme ve kalite, kendi gelişim seyirleri içinde ele alınmalıdır. Yirminci yüzyılın büyük çoğunluğunda gelişmiş ülkelerde yükseköğretim bir “büyüme endüstrisi” olmuştur. Gelen hükümetler, yükseköğretime destekleri artırmayı bir norm olarak kabul etmişlerdir. Bu dönemde, yükseköğretim sistemleri devlet destekleriyle büyütülmüş ve “olgun” endüstri olmuşlardır. Kalite güvencesi konusundaki yeni çabalar, işte bu “olgun” yükseköğretim endüstrilerinde söz konusu olmuştur. Oysa Türkiye gibi yükseköğretimi hâlâ “büyüme endüstrisi” olan ülkelerde, yükseköğretim kurumlarını “olgun” endüstrilerdeki gibi fazladan denetleme ve düzenlemeye tabi tutmak, bu kurumlar için ekstra bir bürokratik külfet olma riski taşımaktadır. Kaldı ki, kalitenin kültürel bir pratiğe dönüşmediği ortamlarda, dışarıdan zorlamalarla kalitenin sağlanması mümkün değildir. 

Yükseköğretimde büyüme sürdürülmelidir 

Yükseköğretimde okullaşma oranları hâlâ, yüzde 27 civarında olup OECD ülkelerinin en alt sırasında yer almaktadır. Dahası, planlama uzmanı Duygu Tanrıkulu tarafından hazırlanan yine SETA tarafından bu ay (Şubat 2011) yayınlanan “Türkiye’de Yükseköğretime Erişim: 2025 Yılında Yükseköğretim Talebi Karşılanabilecek Mi?” başlıklı analizde, Türkiye’deki mevcut eğilimlerin süreceği varsayımıyla yapılan projeksiyon çalışması sonuçlarına göre, Türkiye, yükseköğretimde okullaşma oranlarını ancak 2023’te yüzde ellinin üzerine çıkarabilecektir. Ki bu oranın, o dönemki OECD ortalamasının altında kalması kuvvetle muhtemeldir. Dünyada yükseköğretimde kalitenin tesisi, temelde özerk kabul edilen üniversitelerin sorumluluğunda kabul edilmektedir. Üniversitelerde kalitenin tesis edilmesi, üniversite dışında YÖK veya kalite güvencesinden sorumlu başka bazı bürokratik yapıların varlığıyla değil, üniversitenin yeterli kaynağının olması ve kendi kendini düzenlemenin varlığına bağlıdır. Buna ek olarak, yükseköğretimde büyüme, hükümetin finansman ve personel desteğini artırmasıyla ve yükseköğretim kurumlarının kapasiteleri verimli bir şekilde kullanmalarıyla gerçekleştirilebilir. Kalite bir süreç konusudur ve bundan dolayı bu konuda kısa yol arayışına girilmemelidir. Kalite konusunda, akademik yöneticilere ve bütün öğretim üyelerine önemli sorumluluklar düşmektedir. Her yönüyle dünyaya açılan, ekonomisi ve demokrasisi gelişen Türkiye’nin yükseköğretim endüstrisi de büyümelidir. Bu büyümenin kalite adına yavaşlatılması yerine, bu büyüme, kalite açısından da desteklenmelidir zira yükseköğretim arzı hâlâ toplumsal talebe cevap verememektedir.

Sabah/Perspektif

Etiketler: