Türkiye’de Milliyetçiliğin Yeni Halleri

Yüzyıl dönümleri dünyada büyük dönüşüm beklentilerinin depreştiği zamanlardır. Müslümanlar İmam Gazali için “müceddid-i elf-i sani” diyerek daha sabırlı bir tarih bakışına sahip olduklarını gösteriyor gibiyse de, her asırda yeni bir müceddidi arayan daha yaygın bir anlayışı göz ardı edemeyiz. Bediuzzaman adlandırması üzerinde düşünmek bile bu anlayışı yeterince görünür kılacaktır. Avrupalılar’ın 1890’lardan 1900’ün ilk yıllarına kadarki dünyayı 

Yüzyıl dönümleri dünyada büyük dönüşüm beklentilerinin depreştiği zamanlardır. Müslümanlar İmam Gazali için “müceddid-i elf-i sani” diyerek daha sabırlı bir tarih bakışına sahip olduklarını gösteriyor gibiyse de, her asırda yeni bir müceddidi arayan daha yaygın bir anlayışı göz ardı edemeyiz. Bediuzzaman adlandırması üzerinde düşünmek bile bu anlayışı yeterince görünür kılacaktır. Avrupalılar’ın 1890’lardan 1900’ün ilk yıllarına kadarki dünyayı 

 

Soğuk savaş sonrasına, özellikle de Avrupa Topluluğu/Birliği sürecinin heyecan verdiği zamanlara denk gelen bu değişim beklentilerinden biri de milliyetçilik ve ulus-devletle ilgiliydi. Buna göre dünya transnasyonal bir trende giriyor, ulusları aşan idari ve siyasi örgütlenmeler yeni bir çağ açıyordu. Hatta Yugoslavya’nın dağılması bile ulus-devlet aleyhinde, mikro milliyetçiliğin boy gösterisi olarak görülüyordu. Zaman bize aslında iki kutuplu dünyanın milliyetçilikleri uykuya yatırdığını, demir perdenin kalkmasıyla bunların tekrar uyandığını gösterdi. Küreselleşme ve pop kültür gibi sosyolojik süreçlere, uluslarüstü veya bölgeselci akımlara rağmen milliyetçiliğin sağlığı yerinde; 90’lı yıllarda öngörüldüğü gibi ölüm döşeğinde değil. Ulus-devlet yirmibirinci yüzyılda da dimdik ayakta. Küreselleşme ulusal kimlikleri aşındırıyor belki, ama milliyetçiliğin buna tepki olarak ayakta kalmanın yeni stratejilerini geliştirmesine engel olamıyor. Göçmenlerin uzaktan milliyetçiliği gibi yeni milliyetçilik şekilleri ortaya çıktı; internet ve ucuz uçak biletleri sayesinde milliyetçi liderler yurtdışından mücadelelerini sürdürebiliyor ve mesela, Norveç’teki Tamiller Sri Lanka için mücadele ediyor. ABD ve Avrupa’ya göçenler ulusal sorunlarını da yanlarında götürüyor ve ülkelerindekinden daha koyu milliyetçi renkler giyiyor.   E-mail/internet milliyetçiliği de hepimizin her gün e-postalarımızı gözden geçirirken karşılaştığımız başka bir yeni tür. E-posta kutumuzu açtığımızda kimlerin Türk olmadığını ya da Sabatayist olduğunu, Bor madenlerinin dış güçlerce nasıl Türkiye’ye yar edilmediğini, GAP topraklarını İsrailliler’in satın aldığını ya da ülkeyi kimlerin sattığını anlatan mektuplar alıyoruz. Pıtırak gibi çoğalan internet siteleri nizamıalemcilerin çok iyi sanalalemci olduğunu da gösteriyor. Anderson’un “hayali cemaatler”i hayaletler gibi sanal dünyada dolaşıyor. Mobilleşti milliyetçilik, güçlü bir mobilizasyon kabiliyeti kazandı. En küreselleştirici güç olarak görülen internet böyle yan etkiler de üretti. Michael Billig’in banal nationalism tanımına göre milliyetçilik günlük hayatımızda, soluduğumuz havada var: Hava durumu raporumuz, ulusal saatimiz, yurttan haberlerimiz, milli yemeklerimiz… Her gün kendini yeniden üreten bir söylemin nesneleriyiz. Günlük hayatımıza yedirilmiş bu söylem bizi farkında olmadan milliyetçileştiriyor. Ülkemizde Hitler’in Kavgam’ı kadar satan Şu Çılgın Türkler’in neden yazıldığı hatırlanır mı bilmem. Cumhuriyetin ilk nesilleri gençliğin elden gittiğini, kendileri gibi/kadar ulusalcı olmadığını düşünüyordu ve onlara okul müfredatı dışında bir şeyler öğretme misyonundan hareketle Turgut Özakman bu kitabı yazmıştı. Oysa gençlik zannedilenden çok daha fazla milliyetçiydi, okul müfredatı bizleri yeterince milliyetçi yapıyordu zaten. Adı yetti kitabın çok satılması için. Milliyetçilik vücudumuzun bir parçası artık; vücut hastalandığında, sara nöbetlerine yakalandığında ortalığı karıştıran milliyetçilik, normale döndüğünde varlığını unutturuyordu. Milliyetçiliğe karşı ulusalcılık kavramının ihtiyaç haline gelmesi de bundandır. Milliyetçilik kelimesinden utananlar “ulusalcıyız” diyor; çünkü milliyetçilik adlandırmasının MHP ve 12 Eylül öncesi çağrışımları kendilerine hoş gelmiyor. Sol, Kemalizm, ekonomik bağımsızlık gibi unsurlara yaslanıyor ulusalcılar. Milliyetçilerde ise din, gelenek, tarih, kültür hassasiyeti daha belirgin. Partinin ana aktörlerinin coğrafi kökenlerinden ve kuruluş ekseninden dolayı AKP’nin seçmen tabanında da bunlar önemli bir yere sahip. Anketlerde Başbakan’ın en milliyetçi lider çıkmasına ve Nisan açıklamalarına bakılırsa, AKP de yükselen milliyetçi dalgaya hitap etme zorunluluğunu hissediyor. Türkiyeli kimliğinden tek millet-tek bayrak söylemine kayan Başbakan, Kızılcahamam’daki son parti zirvesinde “ilk kez oy kullanacak gençlerin MHP’ye oy vereceğini, önlem alınması gerektiğini”, MHP’nin reklamını yaparcasına duyurdu. Başbakan’ın meydanı Bahçeli’ye, Baykal’a, Ağar’a bırakmama çabasında olduğu yorumları yapıldı. Başbakan’ın Çiçek ve Aksu’yu yanına alarak 70 Güneydoğu milletvekiliyle yaptığı toplantıda genel af, ilkokulda Kürtçe eğitim, askeri operasyonların durdurulması vb. talepleri dile getiren vekilleri paylamasıyla Kürt sorununa bakışında taktığı yeni gözlüğün markasını gördük. AKP’nin Kürt sorunu konusunda uyandırdığı ümitler o toplantıdan sonra kesinlikle bitti. Aşırı sağ söylemler merkez partiler tarafından içselleştiriliyor; partiler popülizm uğruna demokrat ve özgürlükçü prensiplerini çiğniyor. Türkiye’de siyasal alanın ağırlık merkezi giderek MHP noktasından öteye gidiyor. MHP milliyetçiliğin bu yükselişinde alışılagelen rolünü oynamıyor, aksine sığ milliyetçi çıkışları önlemeye ve milliyetçi tepkilerin ‘çılgınlık’ düzeyini yatıştırmaya çalışıyor. Diyarbakır’daki 28-30 Mart olaylarından sonra Kürtçü DTP’nin MHP liderini olağanüstü sağduyusundan dolayı tebrik etmesini kaydetmek yeterli olacaktır. Bugün, Türk milliyetçiliğini sahiplenegelmiş siyasi adres yerine, sivil toplum örgütlenmelerinin etkisini arttırdığını görüyoruz. Kimi MHP muhalifi, kimi siyaset şehvetiyle, kimi Şu Çılgın Türkler’de okuduğu üç-beş satır tarihin gazına gelerek örgütlenen yeni milliyetçiler/ulusalcılar provokatif eylemlerin başrollerinde artık. Aynı durum Kürtçü hareket için de geçerli. Aslında 1995’deki PKK kongresinde alınan karar, silahların sustuğu 1999-2005 yıllarında gerçekleşti: Kürt hareketi “sivil toplum” hareketi görünümüne kavuştu ve artık basitçe askeri güçle üstesinden gelinemeyecek bir ulusal bilinç veçhesi kazandı. Ekim 2005’in son haftasında Milli Güvenlik Kurulu’nda uygun bulunan yeni Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde (MGSB) aşırı sağ ‘tehdit’ kapsamından çıkarılarak ‘gözlem altına alınması gereken unsur’ diye tanımlanmıştı. Bu tanımlama askeriyede de söz konusu damarın güçlendiğini gösterdiği gibi, bu tarz sağ örgütlenmelere yeşil ışık yakan bir düzenleme olarak okunmalıdır. En sağdaki ile en soldakinin anti-demokratik, anti-AB ve anti-Kürt cephesinde birbirine omuz verebilmesi ve ortak bir kümede toplanabilmesi, Türkiye’de ideolojik ayrımları yeniden kategorize etmemizi de gerektiren bir saflaşmaya işaret etmektedir. Klasik sağ-sol ayrımı tarihe, bu iki düşman cenahın mensupları da birbirine karıştı. Yeniçağ gazetesi CHP ile elele verebiliyor, ulusal sol “Kürtler’den alışveriş yapmayın” gibi ırkçı bildiriler yayımlayabiliyor. Bugün Türkiye’de her tür milliyetçiliğin destek bulabildiği bir ortam var. Milliyetçiliği altı oktan en sivrisi haline getiren Cumhuriyet, yirmibirinci yüzyıl virajında, kurulduğu günlerden daha kırılgan bir toplumsal mutabakat zemininde yol alıyor.

Etiketler: