Türkiye AB için Vazgeçilmez Ortak

AB'de Türkiye'nin üyeliğine şüpheyle yaklaşan ve imtiyazlı ortaklık öneren bazı aktörlerin bu konuda bir paradigma değişikliğine gittiklerini iddia etmek için henüz çok erken olduğu açıktır.

Suriye’de dört yıldan beri devam eden iç savaşın ürettiği mülteci akınını Türkiye, Lübnan, Ürdün gibi bölge ülkelerinin göğüslemesinden dolayı AB üyesi devletleri uzunca bir dönem mültecilerin sorunlarına ve maddi yardımların arttırılması ile ilgili çağrılara kayıtsız kaldılar. Bununla birlikte 2015 bahar aylarından itibaren mültecilerin Avrupa’ya doğru hareketlenmesiyle birlikte mülteci krizi bir anda AB’nin ve onun motoru olarak nitelendirilen Almanya’nın gündemine oturdu.

Mülteci krizi iki açıdan AB için büyük bir meydan okuma teşkil etmekte. Öncelikli olarak 2008 yılında başlayan ekonomik krizin etkilerini halen atamamış olan AB üyesi devletlerin birçoğunda göçmen karşıtı aşırı sağ partiler yükselişe geçmiş durumda. PEGİDA örneğinde olduğu gibi bu radikal sağ hareketler Avrupa’ya akmaya başlayan çoğunluğu Müslüman mültecileri kullanarak Avrupa kamuoyunda var olan İslamofobiyi köpürtmeye başladılar. Paris’te yaşanan son terör saldırıları sonucunda aşırı sağın İslamofobik ve mülteci karşıtı söylemleri Avrupa toplumlarında daha fazla kabul görmeye başladı. Bu durumun iki tehlikeli sonuç doğurması kuvvetle muhtemeldir. Birincisi İslamofobinin yükselmesi ve Müslümanların ötekileştirilmesi sonucu daha fazla sayıda Avrupalı Müslümanın radikalleşmesi; ikincisi ise aşırı sağın yükselişini durdurmak isteyen ana akım partilerin gittikçe artan oranda aşırı sağın çağrılarına kulak vermek zorunda kalmaları. Neticede Almanya gibi birçok ülkede mültecilere karşı saldırıların bir anda arttığına şahit olduk. Bu durumun birçok Avrupa ülkesindeki sosyal barışı zedeleme tehlikesi taşıdığı açıktır. Diğer taraftan mültecilerin kontrolsüz bir şekilde Avrupa’ya akması ile birlikte birçok Avrupa ülkesi Schengen anlaşmasını askıya alarak geçici sınır kontrollerini başlattılar. Bu durum AB entegrasyon projesinin temelini oluşturan en büyük kazanımlarından biri olan serbest dolaşım hakkını tehdit eder hale geldi.

İKİ TARAFLI GÜÇLÜ İRADE BEYANI

Neticede bu sorunun çözümünde Türkiye’nin oynadığı kilit rolün farkında olan hem Almanya hem de AB’nin Türkiye ile işbirliği yapmak için adım üstüne adım attıklarına şahit olduk. 29 Kasım’da Brüksel’de yapılan AB-Türkiye zirvesinde alınan kararlar birçok açıdan ilişkilerde yeni bir sürecin başladığına işaret etmektedir. Öncelikle böyle bir zirvenin en son 11 yıl önce yapıldığı gerçeği bile bu zirveyi ilişkilerde bir dönüm noktası olarak nitelendirmeye yeterli bir sebep olarak görülebilir. Ayrıca önümüzdeki yıldan itibaren yılda iki defa AB-Türkiye zirvesi düzenlenecek olması, 2016 yılının ilk çeyreğinde Yüksek Düzeyli Ekonomik Diyalog Mekanizması›nının başlatılacağının ve Yüksek Düzeyli Enerji Diyaoloğu toplantısının ikincisinin düzenleneceğinin açıklanması ilişkilerin mülteci meselesini aşan bir şekilde geliştirilmesine yönelik her iki tarafta da güçlü bir irade olduğuna işaret etmektedir. Özellikle Aralık ayında 17. faslın açılacağının açıklanmış olması ve 2016 yılının ilk çeyreğinde ilave bazı fasılların açılmasına yönelik gerekli hazırlıkların tamamlanacağının taahhüt edilmesi Türkiye-AB arasında uzunca bir süredir donmuş müzakere sürecinde de ciddi bir hareketlenme olacağına işaret etmektedir.

ALMANYA TÜRKİYE’NİN ÖNEMİNİ GÖRDÜ

Buna rağmen bütün bunların AB’de Türkiye’nin üyeliğine şüpheyle yaklaşan ve imtiyazlı ortaklık öneren bazı aktörlerin bu konuda bir paradigma değişikliğine gittiklerini iddia etmek için henüz çok erken olduğu açıktır. Burada asıl tehlike bu aktörlerin Türkiye’yi uzun vadede AB üyesi olacak stratejik bir ortak olarak görmekten ziyade mülteci meselesinde olduğu gibi başları sıkıştıkça taktik işbirliği yapılacak bölgesel bir güç olarak görme eğilimini devam ettirmeleri olacaktır. Türkiye’nin üyeliğini peşinen reddeden ve Türkiye’yi küstüren böyle bir yaklaşımın AB’nin istikrarı ve güvenliği açısından uzun vadeli olmaktan ziyade çok kısa görüşlü bir tutum olduğu açıktır. Yaşanan son mülteci krizi birçok Avrupalı lidere ama özellikle de Şansölye Merkel’e böyle bir politikanın sürdürülebilir olmadığını ve Türkiye’nin AB’nin geleceği açısından ne kadar hayati öneme haiz bir aktör olduğunu açıkça göstermiştir. Gelinen noktada mülteci krizini aşmak için Türkiye’nin önemini anlamış olan AB’nin ve onun motor gücü Almanya’nın Türkiye ile ilişkileri yeniden geliştirmek istediği açıkça ortadadır. Buna rağmen bunun ilişkilerde bir paradigma değişikliği mi yoksa taktiksel bir adım mı olduğu AB’nin bundan sonra Türkiye’ye verdiği sözleri yerine getirirken ne kadar ciddi davranacağına bağlıdır.

MUHAFAZAKAR PARTİLERİN ROLÜ

Burada özellikle vize muafiyeti konusunda Türkiye’ye verilen sözlerin yerine getirilmesinin Türkiye’nin kırmızı çizgisi olarak ön plana çıktığı görülmektedir. AB’nin Türkiye’nin gerçekleştireceği düzenlemeler sonrasında 2016 Ekim ayından itibaren uygulamaya söz verdiği Türk vatandaşlarına yönelik vizesiz seyahat uygulamasını sulandırmaya yönelik adımlar atmasının her iki taraf arasındaki ilişkileri yeniden 29 Kasım zirvesinden önceki duruma döndürme riski bulunmaktadır. Burada özellikle Türkiye’nin AB üyeliğine vizesiz dolaşım hakkının Türkiye’den AB’ye büyük bir göçü tetikleyeceği argümanını ve korkusunu kullanarak karşı çıkan muhafazakar sağ partilerin önümüzdeki dönemde parti tabanlarına bu yeni durumu kabul ettirme becerisi gösterip gösteremeyecekleri de önemli olacaktır. Her ne olursa olsun Türkiye’nin kendisine verilen sözler tutulmadığı taktirde geri kabul anlaşması dahil olmak üzere verdiği taahhütleri yerine getirmek konusunda çokta istekli olmayacağı açıktır. Son olarak AB mülteci krizinde gerçekten kısa vadeli ve sorunu biraz daha öteleyen politikalardan ziyade sorunun kökenine inen uzun vadeli politikalar geliştirmek istiyorsa başta Suriye iç savaşı olmak üzere Ortadoğu’daki çatışmaların ve baskıcı rejimlerin sona ermesi için siyasi irade ortaya koyması gerektiğinin farkına varmalıdır.

[Yeni Şafak, 8 Aralık 2015]

Etiketler: