Taşeron!

Türkiye'de bir taşeron tartışması yapılacaksa en anlamsız tartışma, Suriye krizi üzerinden AK Parti'ye ya da Türk dış politikasına dair yapılacak bir tartışma olabilir.

Osmanlı son döneminden başlayarak, Türk dış politikasının sol, sağ ve İslamcı eleştirilerinin başında “taşeron” tartışması gelmektedir. Bu yaklaşım tarzının baştan aşağı yanlış olduğunu söylemek elbette mümkün değildir. “Taşeron” suçlaması bütün hükümetler döneminde muhalefetin en vazgeçilmez kavramsal çerçevesini, iktidarların ise endişe kaynağını oluşturmuştur. Taşeron suçlamasının tutarlılığını test etmenin oldukça basit bir usulü olabilir. Eğer taşerondan kasıt, yabancı bir güç adına adımlar atmaksa, bakmamız gereken dört şey var demektir. Birincisi, taşeron olmakla suçlananlarla “işin sahibi” olduğu farz edilenler arasında ideolojik ve vizyon uyumu var mıdır? İkincisi, böylesi bir uyum olmamasına rağmen, ülküler bir kenara bırakılıp çıkar ortaklığı yapılacak bir durum söz konusu mudur? Üçüncüsü, “işin sahibi” olduğu farz edilen işin sahibi midir? Son olarak, taşeron suçlamasını yapanlar, nasıl bir siyasi ve toplumsal gelenekten gelmektedirler?

Yukarıdaki siyasi testimizi Suriye üzerinden cevaplamaya çalışalım. Birincisi, geçmiş on yıl boyunca Türk dış politikasına şeklini veren AK Parti ile taşeronluğunu yaptığı iddia edilen ABD ve Avrupa arasında tartışmaya yer olmayacak şekilde farklı dünya tasavvurları bulunmaktadır. Erdoğan hükümetleri, ABD’de bir buçuk dönem devam eden neocon yönetime, Avrupa’da ise AB’yi büyük ölçüde esir alan ulusalcı veya sağcı rüzgâra şahitlik etmiştir. Neocon ve sağcı dalganın frekans uyumları göz önüne alınırsa, 11 Eylül sonrası zuhur eden batı siyasal atmosferinde, batının, AK Parti hükümetlerine değil iş ortağı olarak bakmak, bir an önce sahneden çekilmesini beklediklerini not etmek gerekmektedir. Başka bir ifade ile ABD ve Avrupalı birçok resmi ve gayri resmi aktörün, AK Parti iktidarını kabullenme süreci ancak 2010 referandum süreci ile başlamış, 2011 seçimleri sonrası dokuz yıl gecikmeyle Erdoğan’ın iktidar olduğu itiraf edilebilmiştir.

İkinci olarak, ideolojik farkların iyice derinleştiği son on yılda, Türkiye oportünist bir tutum takınarak hangi meselede “taşeron” suçlamasını hak edecek bir tavır sergilemiştir? Tezkerenin reddinden Hamas ziyaretine, Suriye’nin izolasyonuna karşı çıkmaktan İsrail’e tavır almasına, İran’a nükleer sorun üzerinden ambargoya hayır demekten Irak’ta ABD destekli yönetime tavır almasına kadar tartışmaya değecek ve yeni bir duruma tekabül eden olayların kahir ekseriyetinde, Türkiye, batıdan bağımsız veya farklı bir pozisyon almıştır.

BATI FETİŞİZMİ

Üçüncü olarak “işin sahibi” ve yarı-tanrı muamelesi yapılan Batı, gerçekten işin sahibi midir? I. Dünya Savaşı sonrası bölgemizi dizayn eden Batı gücünün düzeyi ile bugünkü Batı arasında en azından ciddiye alınması gereken farklar bulunmaktadır. Kategorik bir Batı algısı ve atfedilen güç miktarı büyük ölçüde üçüncü dünyacı anti-Batı diskurunun ürettiği bir bakış açısıdır. Bütün bunların ötesinde, dünyayı dizayn edebilen, karmaşık üretim ve paylaşım süreçlerinin vücuda getirdiği modern dünya sistemi ile on yıldır Afganistan ve Irak’ı dizayn etmekle meşgul olan ABD’nin en azından birbirine karıştırılmadığını farz ediyoruz.

Bu anlamda 21. yüzyıl, düzenlerin oldukça hızlı yıkıldığı ve bozulduğu, oldukça yavaş ve zor bir şekilde kurulduğu bir yüzyıl olmaya adaydır. Bu kadar hızlı bozulan ve geç kurulan düzen “bir tek sahibi” olamayacak kadar girift bir yapıdır artık. Başka bir deyişle, yaşadığımız asır, hegemonyadan yeni güçler dengesine geçiş çağı olmaya adaydır. Aynı anda hem Mübarek rejiminin hem de Mübarek’i sahneden silen aktörün aynı merkezden kontrol edildiği söylemek, sadece ciddiyetsiz bir iddia değil aynı zamanda da on yıllardır mücadele veren aktörlere ve geleneklerine yapılacak büyük bir saygısızlıktır.

Suriye krizinde ‘işin sahibi’ tartışmasını yapmak bile bir buçuk yıldır korku eşiğini aşarak canları pahasına sokaklardan çekilmeyen mazlum Suriye halkına haksızlık olacaktır. Batının veya ABD’nin bırakın Suriye isyanının sahibi olmasını, Suriye’de statükonun değişmesini büyük ölçüde arzulamadıklarını artık herkesin kabullenmesi gerekmektedir. Zayıflamış bir Esed ile Suriye yönetimi hesapları yaparken; Türkiye’nin her senaryoda oturacağı yer hissedildiği anda ya da Esed’in gitmesini arzulayan Türkiye fark edildiği anda ABD bütün fiili müdahalelerini retorik düzeyine indirgeyip kenara çekilmiş durumdadır.

KEMALİST TAŞERONLUK, ENTELEKTÜEL YALNIZLIK!

Taşeron meselesindeki son husus ise suçlamayı yapanların gelenekleri ve ideolojik arka planlarıdır. Bugün Suriye meselesinde, en fazla ‘taşeron’ kavramsallaştırmasını en dramatik şekilde kullananların başında CHP gelmektedir. CHP ile beraber neredeyse bütün sol fraksiyonlar, MHP ve BDP çevreleri, liberaller ve yeni bir fenomen olarak yükselen Kemalist İslamcı unsurlar. Bütün bu unsur ve aktörlerin bir ortak özelliğinden bahsetmek gerekse, tamamının yaşadığı yerlilik sorunu dile getirilebilir. Benzer şekilde bu aktörlerin neredeyse tamamı ödünç lügat ile sokma akıl arasına sıkışmış bir metafizik içinden kurdukları cümlelerle memleketi anlamaya çalıştılar. Maalesef bu beyhude çabaları yabancılaşmalarını derinleştirmekten başka bir işe yaramadı. Türkiye’de bir taşeron tartışması yapılacaksa en anlamsız tartışma, Suriye krizi üzerinden AK Parti’ye ya da Türk dış politikasına dair yapılacak bir tartışma olabilir.

Zira Suriye krizinde uluslararası bir payda ile hareket etmek üzere girişimde bulunan politikayı ‘taşeron’ olmakla mahkûm eden akıl; BM’de arzulanan destek çıkmayınca da ‘yalnız kaldınız’ sevinci içinde ‘taşeron’ suçlamasına devam ediyorsa, ciddiye alacağımız bir suçlama yok demektir. Dün darbe tehditleri, sermaye, müesses nizam, başka başkentlerden Türkiye’ye nizam vermeye çalışanlar ve medya terörü karşısında; AK Parti sadece millet desteğiyle, “herkesle çatışarak” nasıl “yalnız kaldıysa”, bugün de bezer bir denklem Türkiye’nin karşısındadır. Dünkü “yalnızlığa” demokrasi mücadelesi diyen liberallerin, bugün “herkesle çatışan Türkiye” Kemalist tezine sarılmasını ne ile telif etmeliyiz? Osmanlı’nın çöküş travması ile kendi varoluşunu batılılaşma projesi üzerinden ‘taşeron olacağını’ tüm dünyaya ilan ederek sağlamış olanların; bugün Cumhuriyetin en yerli dönemine ‘taşeron’, en aktif haline ise “yalnız” suçlaması yapmaları ancak trajik bir durum olabilir.

Dilinden dinine, kıyafetinden aklına, tarihinden kurumlarına, felsefesinden sermayesine kadar her şeye derinden darbe vuracak kadar ‘taşeronlaşan’ bir aklın; bugün Türk dış politikasına dair benzer suçlamayı yapması ciddiye alınamaz. Neticede batılılaşma serüveni, Türk entelijansiyasının elinde kendine ait olmayan bir kavramsal dünya, Türk kapitalistlerinin fabrikalarında montaj bantları, medyanın sayfalarında tercüme faaliyeti ve seküler Türk siyasetinin ağzında halkın anlamadığı dilden başka hiç bir şey bırakmamıştır. 20. yüzyılın Japonlardan sonra Batı ihaleli en derin ve en izansız taşeronlaşma projesini hayata geçirmiş olanların, bugün takınabilecekleri en erdemli tutum, dilimize Fransızcadan taşıdıkları, ‘taşeron’ kelimesini bile hatırlamamak olmalıdır.

Sabah / Perspektif (08.09.2012)

Etiketler: