15 Mayıs 1948'de devlet olarak kurulan ve bu tarihten itibaren diğer devletler tarafından "tanınma"; dolayısıyla diplomatik ilişki kurmayı önceleyen İsrail'i zaman içerisinde birçok ülke tanıma kararı almıştı. İsrail'i kurulduğu andan itibaren dönemin büyük güçleri Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği tanımış ve diplomatik ilişkiler tesis edilmişti. Arap ülkeleri ise İsrail'in Filistin topraklarını işgal etmesine karşı çıkmış ve İsrail'i tanımama kararını benimsemişti. Fakat 1978'daki Camp David zirvesi ile Mısır, 1994'te ise Ürdün İsrail'i tanıdı ve Arapların İsrail'e yönelik diplomatik boykotu sona erdi. Bu kararın arkasında büyük oranda 1948, 1967 ve 1973 savaşlarında Arap devletlerinin askeri olarak İsrail'e karşı zafer elde edememeleri büyük rol oynadı. Dolayısıyla askeri olarak savaşları kaybeden ve tarihsel olarak İsrail ile savaşan en önemli aktörler olan Mısır ve Ürdün, İsrail'i tanımak zorunda kaldı. Bu süreç büyük oranda ABD'nin girişimleri ve arabuluculuğunda hayata geçirildi.
15 Mayıs 1948'de devlet olarak kurulan ve bu tarihten itibaren diğer devletler tarafından "tanınma"; dolayısıyla diplomatik ilişki kurmayı önceleyen İsrail'i zaman içerisinde birçok ülke tanıma kararı almıştı. İsrail'i kurulduğu andan itibaren dönemin büyük güçleri Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği tanımış ve diplomatik ilişkiler tesis edilmişti. Arap ülkeleri ise İsrail'in Filistin topraklarını işgal etmesine karşı çıkmış ve İsrail'i tanımama kararını benimsemişti. Fakat 1978'daki Camp David zirvesi ile Mısır, 1994'te ise Ürdün İsrail'i tanıdı ve Arapların İsrail'e yönelik diplomatik boykotu sona erdi. Bu kararın arkasında büyük oranda 1948, 1967 ve 1973 savaşlarında Arap devletlerinin askeri olarak İsrail'e karşı zafer elde edememeleri büyük rol oynadı. Dolayısıyla askeri olarak savaşları kaybeden ve tarihsel olarak İsrail ile savaşan en önemli aktörler olan Mısır ve Ürdün, İsrail'i tanımak zorunda kaldı. Bu süreç büyük oranda ABD'nin girişimleri ve arabuluculuğunda hayata geçirildi.
Son dönemde İsrail ile normalleşme kervanına 2020'de Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Bahreyn katıldı. ABD'nin İsrail'i Arap rejimleriyle barıştırma ve uluslararası sisteme entegre çalışmalarının biri olan "Yüzyılın Anlaşması" kapsamında imzalanan İbrahim Anlaşmaları ile mezkûr ülkeler İsrail ile olan örtülü ilişkileri formalleştirdi. Diğer bir ifade ile süreç, ilişkilerin normalleşmesinden ziyade formalleşmesi/resmileşmesi şeklinde tanımlanabilir. Fas, Batı Sahra'daki egemenliğinin tanınması ve Batı ile ilişkilerini tamir etmesi karşılığında; Sudan ise terör destekçisi ithamından ve ödemesi gereken borç ve yaptırımların kaldırılması karşılığında İsrail'i tanıdı. Dolayısıyla tedrici olarak birkaç Arap ülkesi uzun yıllar devlet olarak dahi tanımlamadıkları, Siyonist varlık olarak tanımladıkları İsrail'i stratejik partner olarak görmeye başladı.
Arap devletlerinin İsrail'i tanıması ve bu sürecin her geçen gün hız kazanması Filistinli grupları harekete geçirdi. Bu anlamda 7 Ekim'de başlayan Aksa Tufanı operasyonunun temel hedeflerinden birisi İsrail ile normalleşme süreçlerini durdurmaktı ve gelinen noktada Hamas'ın bu hedefine ulaştığı söylenebilir. Nitekim İsrail ile normalleşmeye her geçen gün daha fazla yaklaştığını ifade eden Suudi Arabistan veliahdı Muhammed bin Selman'ın açıklamaları radikal biçimde değişti ve Riyad yönetiminin normalleşmeden uzaklaştığı resmi açıklamalara yansıdı.
Normalleşme Önündeki Engeller
18 Ekim'de Suudi Arabistan dahil 8 Müslüman ülkenin İsrail ile normalleşme anlaşması imzalayacağı iddia edilmişti. Aksa Tufanı ile bu süreç donduruldu. Dolayısıyla İsrail ile normalleşmenin kısa vadede devam etmesinin önünü kesen ilk engel Aksa Tufanı operasyonu oldu. Normalleşme sürecini donduran ve birçok rejimi normalleşmeden imtina ettiren ikinci nokta İsrail'in zayıflığı ile alakalı. İsrail ile normalleşmeyi tercih eden bütün Arap ülkelerinin tek bir ortak noktası vardı: İsrail'in güçlü bir aktör olarak bölgede var olması. Fakat 7 Ekim ve sonrasındaki süreç, İsrail'in rivayet edildiği gibi güçlü bir aktör olmadığını ispatladı. Bütün teknolojik donanım, teçhizat ve askeri kapasiteye rağmen İsrail, ambargo altında tünellerde yaşayan Hamas'ın operasyonuna karşı gafil avlandı. Gerek istihbarat birimleri gerekse Demir Kubbe, Hamas'a karşı iddia edildiği gibi güçlü bir duruş sergileyemedi. Dahası Gazze'ye yönelik başlatılan kara harekâtı sonrası İsrail ciddi kayıplar verdi, kara harekâtı için hazırlanan ekipler geri çekildi. Yaklaşık 3 aydır süren saldırılara rağmen İsrail, Hamas'ı Gazze'den silemedi. Bütün bu süreç birçok Arap rejiminde İsrail ile normalleşme motivasyonunu kırdı. Nitekim İsrail'in zayıflığı zuhur etti ve Arap liderlerinin İsrail'e dair bakışları değişti. İsrail, Arap rejimlerinin beklediği güvenlik tedarikini sağlayabilecek bir aktör olmaktan çıktı.
Normalleşme önündeki üçüncü engel İsrail'in mevcut hükümeti ve devlet politikasının iki devletli çözüme yanaşmaması ile ilgili. Arap ülkelerinin İsrail politikasının temel dayanağı 1967 sınırlarında başkenti Kudüs olan bir Filistin devletinin inşa edilmesidir. Birleşmiş Milletler'in 242 sayılı kararına uyumlu, Suudi Arabistan Kralı Abdullah tarafından ortaya atılan Arap Barış Girişimi'ne göre İsrail Batı Şeria ve Gazze'den çekilip başkenti Kudüs olan Filistin devletini kabul ederse, Arap devletleri İsrail'i tanıyacaktı. Fakat İsrail başta Oslo Görüşmeleri olmak üzere birçok platformda barıştan yana olduğunu dile getirse de yaklaşık 75 yıldır Filistin'in devletleşmemesi adına her türlü politikayı uyguladı. Dolayısıyla normalleşmenin önündeki bir diğer engel İsrail'in Filistin ile barışı tercih etmemesi ve Filistin devletini engellemeye dayalı radikal duruşudur.
Normalleşmenin önündeki dördüncü engel Filistin meselesinin haklı bir dava olarak dünya kamuoyunun ana gündem maddesi olmasıdır. Hükümetlerin aksi pozisyonuna rağmen Batı ülkeleri dahil dünyanın birçok noktasında 7 Ekim'den beri geniş çaplı Filistin destekçisi yürüyüşler, protestolar ve eylemler yapılmaktadır. İsrail ile normalleşme gündeminde olan rejimlerin, dünya halklarındaki Filistin farkındalığının hat safhada olduğu bir konjonktürde normalleşme kararı almaları pek rasyonel olmayacaktır.
Normalleşmeyi Kolaylaştırıcı Dinamikler
Bütün bu engellere rağmen normalleşme süreçlerini halen geçerli kılan birkaç dinamikten de bahsetmek mümkün. Bunların başında İsrail'e karşı benimsenen bütün politikaların başarısız olması geliyor. Savaş, ambargo, diplomatik ve ticari tecrit ile yaptırımlar başta olmak üzere İsrail'e karşı atılan adımların somut sonuç vermemesi, Arap rejimleri nazarında İsrail'in tanınmasını bir realite olarak ortaya çıkarıyor. Benzer şekilde ABD, Rusya, Çin, AB gibi küresel oyuncuların desteğini alan İsrail'e karşı Arap rejimler kendilerini güçsüz ve baskı altında hissediyor. Nitekim İsrail ile bütün normalleşme süreçleri ABD'nin baskısı, teşviki ve organize etmesi ile gerçekleşti.
Üçüncü olarak Arap devletleri ulusal çıkarlarını öncelemeye, sekülerleşmeye/modernleşmeye ve Filistin meselesinin öncelikleri arasından çıkarmaya başladı. Bu anlamda İran için Müslüman Kardeşler gibi "güvenlik tehditleri"ne karşı İsrail ile iş birliği yapmak, Filistin'i desteklemekten önce geliyor. Dolayısıyla Arap rejimleri, Filistin nedeniyle ulusal çıkarlarından vazgeçmek istemiyor.
Mezkûr dinamikler gibi birçok dinamik İsrail ile normalleşmenin her zaman gündem maddesi olacağı argümanını güçlendiriyor. Fakat kısa vadede İsrail ile normalleşme sürecinin dondurulduğu rahatlıkla ifade edilebilir. Bununla birlikte Gazze'deki durum statükoya döndüğü ve Filistin meselesinin unutulduğu atmosferde normalleşme tartışmalarının tekrar canlanacağı tahmin edilebilir. Ancak İsrail ile normalleşme süreçlerinin tarihi tecrübeleri, bu sürecin Filistinlilerin lehine olmadığında bölgeye barış ve istikrar getirmediğini, aksine daha çok çatışma iklimi ürettiğini kanıtlamıştır. Dolayısıyla 1967 sınırlarında başkenti Kudüs olan bağımsız Filistin devleti inşa edilmediği müddetçe her normalleşme süreci dünya barışı ve istikrarı açısından olumsuz bir gelişme olarak değerlendirilebilir.
[Sabah, 6 Ocak 2024]
İlgili Yazılar
Avrupa Araştırmaları
Eylül 2024