Seçim Kampanyaları ve Muhalefetin İktidarla İmtihanı

Yeni siyasi şartlar altında muhalefet partilerinin birincil hedefi iktidar olmaktan ziyade, AK Parti iktidarının alanının genişlemesini durdurmak, mümkünse geriletmek ve kurumsallaşmasının önüne geçmek.

Milletvekilleri adaylarından sonra seçim bildirgelerinin de açıklanmasıyla ülke siyaseti tam anlamıyla seçim atmosferine girmiş oldu. AK Parti’nin seçim kampanyasını “Yeni Türkiye Yolunda İkinci Yarı” sloganı etrafında kurguladığını görüyoruz. Bildirge metninde AK Parti, 13 yıllık iktidarı dönemi politikalarıyla devamlılık arz eden ve ülkede yaşanan değişim sürecini daha ileri ve insani bir boyuta taşıma iddiası olan bir siyasi irade ortaya koyuyor. CHP ise kampanyasını “Yaşanacak Bir Türkiye” sloganı merkezine oturtmaktadır. Bildirge metni ideolojiden ziyade pragmatist siyaset yönü ağır basan bir özellik gösteriyor. AK Parti iktidarı döneminde yaşanan aksaklıkları merkeze alarak ekonomi ağırlıklı, popülist ve düşük profilli bir siyaseti öngörüyor. HDP’nin seçim kampanyası ise “Büyük İnsanlık” sloganına yaslanıyor. İdeolojik yönü ağır basan bildirge metninde Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde belli oranda başarı getiren “Türkiyelilik” siyaseti, ekonomik açıdan dezavantajlı toplumsal kesimlere yönelik popülist vaatlerle desteklenmiş durumda. Seçimlerin bir diğer önemli aktörü olan MHP ise seçim bildirgesini henüz yayımlamadı. Lakin MHP’nin ideolojik yönü (özellikle de Çözüm Süreci eleştirisi) ağır basmakla birlikte diğer muhalefet partilerine benzer bir şekilde ekonomik vaatlerin önemli yer tutacağı bir kampanya yürüteceğini söyleyebiliriz.

MUHALEFET VE POZİTİF SİYASET

Kampanyaların resmen ilan edilmesinin ardından yapılan siyasi analizlerde muhalif medya ve kamuoyunda genel itibariyle AK Parti kampanyası somut vaatler taşımadığı ve yeterince iddialı olmadığı şeklinde lanse edilirken, CHP ve HDP kampanyaları “pozitif siyaset” öngördüğü ve halkta büyük bir coşku yaratacağı şeklinde değerlendirildi. Ancak ne yazık ki, objektif bir şekilde incelendiğinde muhalefetin pozitif siyaset ortaya koyma noktasından halen çok uzak olduğu görülmektedir.

Öncelikle şunu kaydetmeliyiz, siyasi partiler kabaca iktidardan pay almak ya da iktidarı sınırlandırmak için seçimlere girerler. Pozitif ve negatif siyaset ayrımı da, siyaseti toplumsal olanının inşası gibi ontolojik bir noktaya çektiğimizde anlam kazanır. Pozitif siyaset genel hatlarıyla bir siyasi proje etrafında toplumsal bütünlük inşasını ve sınır çizmeyi öngörür. Negatif siyaset ise mevcut toplumsal bütünlüğün kapsayamadığı toplumsal farklılıkları gündeme taşıyarak onun sınırlılığını gösterme ve böylece onu yerinden etme ve zayıflatma amacı taşır. Dolayısıyla pozitif siyasetle iktidara yürünürken, negatif siyasetle iktidarı sınırlandırma ve alternatif bir iktidar için toplumsal alanda gedik açma hedefi güdülür. O halde bir strateji olarak negatif siyaset hakkını vererek icra edildiğinde, yani iktidarın her yaptığına kategorik olarak karşı çıkılmadığı ve siyaset kişilere indirgenmediği sürece, sanıldığının aksine olumsuz bir şey değildir. Duruma göre pozitif siyaset de, negatif siyaset de halktan destek görebilir ve bir siyasi partiye seçimlerde arzu ettiği başarıyı yakalamasını sağlayabilir.

Pozitif siyaset yorumlarının uçuştuğu bir ortamda, CHP’nin kampanyasına dikkatlice baktığımızda şu soru akla takılmaktadır, ülke siyasetinin bütününe dair bir şey söylemeden, yalnızca mevcut iktidarın belli başlı alanlardaki aksaklıklarına odaklanarak popülist çözüm önerileri sunan bir siyaset, pozitif siyaset olarak değerlendirilmek için yeterli midir? Toplumun büyük kesiminde karşılık bulmayan laikçi-milliyetçi ideolojinin rafa kaldırılması CHP açısından akıllıca bir hamleyken, siyasetin kuru bir belediyeciliğe ve teknik bir meseleye indirgenmesi iktidara oynayan bir siyasi hareket için gerekli olan pozitifliği ve dinamizmi tam olarak sağlayabilir mi?

HDP kampanyası dikkate alındığında ise, popülizm kokan vaatleri bir kenara koyacak olursak, Türkiye’deki tüm farklılıkları peşi sıra sıralamanın ötesinde bu farklılıkları hangi gerçekçi kimlik zemininde bir araya getirmeyi ve anlamlı bir bütüne dönüştürmeyi planladığını ortaya koyamayan bir siyaset ne ölçüde pozitif siyaset olarak nitelendirilebilir? “Büyük İnsanlık” idealini dillendirerek tüm toplumsal sınırları ihlal eden ve dolayısıyla imkânsız olanı arzulayan bir siyaset, bazı seçmenler nezdinde HDP’yi şirin gösterebilir; lakin siyasi-toplumsal gerçekliğe burun kıvıran bu romantik tutum partiyi muhalefet olmanın ötesine taşıyabilir mi? Sadece mevcut iktidarın icraatlarını eleştirmekle kalmayıp, bizzat iktidar ve devlet olgusunu da eleştiren ve mesafe koyan bir siyaset ne kadar pozitif bir siyaset (aynı zamanda da negatif bir siyaset) olarak değerlendirilebilir?

Öyleyse, CHP’nin kampanyası mevcut iktidar eleştirisiyle yetinerek bir toplumsal bütünlük sunmazken; HDP’nin kampanyası ise sadece mevcut iktidarı değil, bizzat iktidar olgusunu parçalama arzusuyla toplumsal bütüne yönelen ve doğal olarak bir bütünlük sunmaktan imtina eden bir görüntü çizmektedir. Dolayısıyla, farklı nedenlerden ötürü bir toplumsal proje önermeyen bu kampanyaların gerçek anlamda iktidara oynamanın olmazsa olmaz şartı olan pozitif siyaset güttüğünü söylemek pek mümkün gözükmemektedir. Eğer muhalefette bir değişimden söz edilecekse bu, sonunda bir nebze de olsa negatif siyasete hakkını veren bir siyasete yöneldiklerini tespit etmekten öte bir şey olmayacaktır. Yine de bu noktada şu soruyu sormamız gerekir, neden muhalefet partileri bir toplumsal gerçeklik ve bütünlük sunmamakta ya da sunamamaktalar? Ve haliyle neden iktidar olma iddiası taşımaktan bu kadar uzaktalar?
Bu durum, muhalefet partilerinin kendi ideolojik darlıklarından kaynaklandığı kadar, yapısal faktörlerden de kaynaklanmaktadır, çünkü seçimler iktidar ilişkilerinin sıfırlandığı bir noktada yapılmaz. Seçimler siyaset kurumunu da kuşatan çok daha geniş bir siyasi-toplumsal düzen bağlamında gerçekleşmektedir. Dolayısıyla, siyasi partiler belli yapısal sınırlandırmalar ve fırsatlar altında seçimlere giderler ve strateji geliştirirler. Seçimlerin belki de en temel işlevi, partilere bu siyasi-toplumsal yapısal şartları değiştirmek ve kendilerine daha elverişli bir siyasi ortam yaratmak için bulunmaz bir fırsat sunmasıdır.

Türk siyasi hayatı günümüzde post-Kemalist bir özellik göstermektedir. Uzunca yıllar ülkeye hâkim olan laikçi-milliyetçi toplumsal yapıya yaslanan vesayetçi düzenin ötesine doğru yol almaktadır. Bu demokratik dönüşüm yeni ve alternatif toplumsal projelerin özgürce gündeme gelmesini ve mücadele edebilmesini sağlamıştır. Bu ortamda AK Parti’nin ortaya koyduğu “Yeni Türkiye” mevcut şartlar altında demokratik kapsayıcılığı ve temsil yeteneği en geniş toplumsal proje olarak karşımızda durmaktadır. Tam da bu sebeple, AK Parti pozitif bir siyasetle iktidara yürürken ve toplumdaki iktidar alanını sürekli bir şekilde genişletirken, muhalefette kalan siyasi partiler buna daha kapsayıcı bir toplumsal proje ile karşılık veremediklerinden ancak AK Parti’yi sınırlandırmaya yönelik negatif bir siyaset gütmek durumunda kalmaktadırlar.

Gerçekten de iktidar ilişkilerindeki bu yapısal dönüşüm ülkede siyasetin işleyişini derinden değiştirmiştir. Örneğin, CHP çatısı altında bir araya gelen “eski Türkiye”nin ayrıcalıklı toplumsal kesimleri, Gezi eylemleri öncesine kadar devleti sahiplenerek AK Parti’yi devlete sızmış yabancı, tehlikeli ve gelip geçici bir unsur olarak görmekteydi. Ancak Gezi ile birlikte bu çevrelerde devlet, peyderpey AK Parti ile özdeşleştirilmeye ve dolayısıyla da devletin bizzat kendisi yabancı, tehlikeli ve tahakkümcü bir unsur olarak algılanmaya başlandı. Sonuçta, AK Parti’nin devlete “şeriatı getirerek” ve devleti “bölerek” devlete zarar vereceği iddialarına yaslanan bu “muktedir” söylemi, AK Parti’nin ülkeyi devlet eliyle “otoriterleştirdiği” ve “kutuplaştırdığı”nı dillendiren “muhalif” söyleme yerini bırakmış oldu.

Aynı şekilde, PKK çizgisindeki Kürt siyasi hareketinin de aynı dönemde AK Parti iktidarı ile Çözüm Sürecini yürütme noktasına gelmiş olması “Yeni Türkiye”nin ülkenin hâkim siyaset zemini olduğunu göstermektedir. Daha açık bir ifadeyle, AK Parti’nin devlet iktidarı adına konuşma noktasına geldiği İmralı tarafından görülmüştür. Ayrıca, Öcalan’ın 2013 Nevruzunda Kürt meselesine yaklaşımında etnik milliyetçi ve ayrılıkçı bir söylemden medeniyetçi bir söylem noktasına gelmiş olması da ülke siyasetinde iktidar ilişkilerinde yaşanan yapısal dönüşümü gösteren başka bir somut veridir.

YENİ SİYASİ ŞARTLAR

Bu yeni siyasi şartlar altında muhalefet partilerinin birincil hedefi iktidar olmaktan ziyade, AK Parti iktidarının alanının genişlemesini durdurmak, mümkünse geriletmek ve kurumsallaşmasının önüne geçmektir. Bu negatif siyaset taktiksel siyasi hamlelerle pratiğe dökülmektedir. Buna yönelik olarak, CHP seçim kampanyasında bir yandan belli dozajda kutuplaştırıcı söylemle (başkanlık sistemine toptan karşı çıkmak gibi) kendi organik seçmen kitlesini bir arada tutma, diğer taraftan da AK Parti sosyal politikalarını taklit ederek seçmen tabanını AK Parti ramına genişletme hedefi gütmektedir. Burada CHP açısından can alıcı nokta, kendi toplumsal projesini gündemden düşürüp ideolojik darlığını gizleyerek, AK Parti’nin ürettiği toplumsal bütünün sınırlarının ekonomik olarak dezavantajlı kesimleri kapsamadığını gösterip onu geriletebilmesidir. CHP kampanyasında ideoloji vurgusunun ilk defa bu denli geri planda kalması bu sebepledir.

HDP de mevcut siyasi şartların kısıtlamaları ve demokratik kapsayıcılığı dar siyasi vizyonu nedeniyle AK Parti’ye yönelik negatif siyaset gütmek zorundadır. HDP’nin ülke siyasetinde gerçekleşen yapısal dönüşüm ve demokratikleşmeyle birlikte karşı karşıya kaldığı daralmayı aşmak adına bir süredir yeni bir siyaset arayışı içerisinde olduğu gözlemlenmektedir. Bu arayış “eski Türkiye” güçleriyle ittifak kurmak, şiddet ve ayrılıkçılığı körüklemek gibi arkaik bir siyasetten, yeni siyasi şartlara adapte olmayı arzulayan Avrupai radikal demokrat siyasete varan bir alanda gerçekleşmektedir. Ancak bu seçeneklerden hangisi tercih edilirse edilsin, süreçte görülen HDP’nin Türkiye’deki demokratik dönüşüme uyum sağlamaktan ziyade, ayak diremede kararlı olduğunun açıklık kazanmasıdır. Bu tespite dayanak oluşturan nokta, HDP’nin birbiriyle çelişen bu tercihler arasında çok hızlı bir şekilde manevra yapabilmesi ve hatta hepsini aynı anda kullanabilmesidir. Bu da ne yazık ki HDP açısından demokratik siyasetin olabildiğince araçsallaştığını göstermektedir.

Bu araçsallaşma seçim kampanyası göz önüne alındığında da net bir şekilde gözlemlenmektedir. İlk bakışta HDP’nin Kürt milliyetçiliğinden daha kapsayıcı “Türkiyelilik” söylemi altında radikal demokratik bir siyasete doğru evrilmeye çalıştığı görülecektir. Ancak seçim bildirgesinde de açık bir şekilde gözlemlenen bu siyaset, yalnızca “Türkiyelileri” kucaklamakla kalmayıp tüm insanlığı kucaklamakta, kulağa hoş geldiği kadar imkânsızlığı açısından da dikkat çekmektedir. Böylesine ütopik bir toplumsal projenin temel hedefinin pozitif bir durum yaratmaktan öte, gerçekçi diğer toplumsal projeleri, spesifik olarak da AK Parti’nin önerdiği “Yeni Türkiye”yi seçmen nezdinde daha “az” gösterme amacı güttüğü aşikardır. Bu haliyle, “Türkiyelilik” ve radikal demokrasi siyasetinin HDP açısından bir amaç olmaktan öte, taktiksel bir araç olarak görüldüğünün altını çizmek gerekir.

Sonuç olarak, muhalefet partilerinin seçimlere bu denli bilenmiş olmaları bu seçimlerin Türkiye’de gerçekleşen demokratik dönüşümün kurumsallaşmanın, yani geri döndürülemeyecek bir noktanın eşiğine gelmiş olmasındandır. Bu eşiğin aşılması, muhalefet açısından iktidar imkânının daha da uzaklaşması anlamına gelecektir. AK Parti’nin kampanyası başkanlık sistemi üzerinden bu dönüşümü merkeze almakta ve geleceğe odaklanmaktadır. Muhalefet ise seçimleri kendisini zayıf hissedeceği bu mecradan uzaklaştırarak, gelecekten ziyade geçmişin, AK Parti iktidarı döneminin aksaklıklarını tartıştırmaya odaklamak istemektedir. Dolayısıyla, seçimlerin kaderi en nihayet geleceğin mi, yoksa geçmişin mi tartışılacağı hususu tarafından tayin edilecektir.

[Star Açık Görüş, 26 Nisan 2015]

Etiketler: