Ortadoğu’da Irak Savaşı: Psikolojik Unsurların Baskınlığı

11 Eylül sonrası dönemde Amerika’nın önce Afganistan’ı işgal etmesi; bu süreçte de “Şeytan Ekseni” olarak tanımladığı Kuzey Kore, Irak ve İran karşıtı politikası çerçevesinde şekillenen saldırganlığı, sonuçta “İslami terörizm”in yeni tehdit odağı olarak tanımlanmasına yol açtı.

11 Eylül sonrası dönemde Amerika’nın önce Afganistan’ı işgal etmesi; bu süreçte de “Şeytan Ekseni” olarak tanımladığı Kuzey Kore, Irak ve İran karşıtı politikası çerçevesinde şekillenen saldırganlığı, sonuçta “İslami terörizm”in yeni tehdit odağı olarak tanımlanmasına yol açtı.

Afganistan’daki Taliban yönetimine açılan savaş sonunda Hamid Karzai’nin ancak “Kabil Belediye Başkanı” statüsüne getirilebilmesiyle başlayan süreç 2003 yılında Irak’ın işgal edilmesiyle sonuçlandı. Bugün gelinen noktada Irak, işgal yanlılarının beklentilerinin aksine çok daha karmaşık bir sorunlar yumağı halinde.Amerika’nın Irak savaşına gerekçe olarak önce el-Kaide’nin Irak tarafından desteklendiğini öne sürmesi, sonra da Irak gibi bir diktatörlüğün nükleer güce ulaşma hazırlığında olduğunu iddia etmesi dünya kamuoyunda destek bulamamış olsa da, 11 Eylül’ün psikolojik etkilerini bir korku travması halinde yaşayan Amerikan halkının Bush yönetimine destek vermesine zemin hazırladı. Bush yönetimi içeride desteği korku politikalarıyla garantiye aldıktan sonra uluslararası arenada destek arayışına çıktı.

İslam Karşıtı Söylem ve Korku Politikaları Bush yönetiminin küresel korku politikalarına en büyük desteği, Tony Blair liderliğindeki İngiliz hükümeti verdi. Polonya, Avustralya, Japonya gibi ülkelerin hükümetlerinden alınan açık destek de ilk etapta bir “gönüllüler koalisyonu”nun oluşması için yeterli görüldü. Ancak BM Güvenlik Konseyi’nde büyük dirençle karşılaşan işgal yanlıları BM Genel Kurulu’nda da destek bulamadılar. Diğer tarafta Yugoslavya’nın yıkılması ve Bosna trajedisinde sınıfta kalan AB de en ciddi sınavlarından birini verdiği Irak işgaline giden yolda özellikle Fransa ve Almanya’nın ABD karşıtı duruşlarıyla itibar kazanırken, bir yandan da kendi içindeki bölünmüşlük görüntüsünü silemedi. İngiltere, İtalya ve İspanya gibi merkez ülke hükümetlerinin destek verdiği işgal; Polonya, Litvanya gibi yeni üye ülkelerden de taraftar bulabildi.

Ortadoğu’da işgale ilişkin tutumlar daha grift süreçlerin sonucunda şekillendi. Ortadoğu’da sadece Kuveyt’in açıktan destek verdiği Amerikan işgali Mısır, Suudi Arabistan gibi ülkelerde açıktan destek bulamadı. 1. Körfez Savaşı’ndakinin aksine Irak’ın Kuveyt’i fiilen işgali gibi somut bir gerekçeye ve hukuki meşruiyete sahip olmayan Amerikan operasyonunun Ortadoğu’da beklediği desteği bulamaması Amerikan neo-conları için de bir hayal kırıklığıydı. Zira bu ekip Irak halkının kendilerini çiçeklerle karşılayacağına ne kadar “safça” inandıysa, sıranın, diğer halkları da özgürleştirmeye geleceğine ve bu halkların sabırsızlıkla o anı beklediğine o denli içtenlikle inanıyorlardı. Rejimler bağlamında konuştuğumuzda bir mecburiyet olan karşı çıkış halklar bazında ise bir uyanışın temellerini atıyordu. Ortadoğu’da bekasını ABD ile kurduğu yakın ilişkiye bağlamış bulunan pek çok rejim Irak savaşı öncesinde oluşan ortamda bir anlamda ters köşede kaldılar. Bir yandan geçmişten beri kendilerine tehdit gördükleri Saddam Hüseyin Irak’ının sonunu getirmekle üzere olan bu rejimler, diğer yandan Irak’a işgali gerekçelendiren İslam karşıtı söylem arasında sıkışmışlardı. Özellikle dünya kamuoyundaki yoğun hukuki meşruiyete ilişkin itirazlar ise bu süreçte bu rejimler için de bir sığınak oldu Bu noktada Ortadoğu ile ilgili uluslararası ilişkiler literatüründe devamlı vurgu yapılan basit bir güçler dengesi anlayışının iflas ettiği de ortaya çıkmış oldu. İran, Suudi Arabistan, Mısır, Suriye gibi ülkelerin pozisyon belirlerken kendi iç kamuoylarını ve rejimlerinin bekasını öncelikli olarak göz önüne almak zorunda kalmaları Amerikan neo-conları için de bir hayal kırıklığı olarak not edildi.

Rejimlerin Temel Açmazı: İç Meşruiyet Bu aşamada, “Ortadoğu’daki ülke kamuoylarında İslamcısından sekülerine kimsenin günahı kadar sevmediği Saddam Hüseyin rejiminin yıkılmasına karşı çıkmak nasıl bir süreç sonunda şekillendi?” sorusu önem kazanıyor. Bu süreçte bazı analistler bugünden geçmişi değerlendirmenin dayanılmaz hafifliğine sığınarak Mısır, Suudi Arabistan gibi ülkelerin Irak’taki rejim değişikliğinin ardından bugünlerde çokça tartışılan Şii kuşağı tezini o günden öngördüklerini söyleseler de, bunun anakronik bir yaklaşım olduğu açıkça görülebilir. Aksine bu ülkeler hesaplarını İran’ın bölgedeki etkinliğinin sınırlanacağı üzerine kurmuşlardı ve bunda yanıldıkları da bugün açıklıkla ortada. Bazı analistlerin iddialarının aksine, Ortadoğu’daki rejimlerin Irak işgalindeki pozisyonlarını belirlemede sistemik unsurlardan ziyade psikolojik unsurlardan beslenen beka kaygılarının etkili olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Benzer bir sürecin Türkiye’de Irak savaşına ilişkin karar alma süreçlerinde de belirleyici unsur olduğunu görebiliriz. Dünyada “Türkler Kuzey Irak’ta oluşacak boşluk nedeniyle işgale destek vermekte isteksiz davrandı” anlayışı halen hâkim olsa da, 1 Mart tezkeresi süreci derinlemesine incelendiğinde Türk karar alma mekanizmasının dünyada oluşmakta olan İslam karşıtlığı temelli saldırganlığına reaksiyon gösterdiği açıklıkla görülebilecektir.

Psikolojik Unsurlar ve Sevabın Çıkmazı Ortadoğu’daki rejimlerin etkilendiği psikolojik unsurları, temel olarak Amerikan neo-conlarının işgal üzerine kurdukları İslam karşıtı söylem ile demokrasi ihracı projelerine verilen reaksiyonlar üzerinden okuyabiliriz. Böyle bir okumanın temelini de bu rejimlerin kendi içlerinde yaşadıkları meşruiyet sorunu oluşturuyor. 11 Eylül sonrası dönemde Amerika’nın el-Kaide karşıtı korku üzerine kurduğu İslam karşıtı söylem bu rejimler için tam bir açmaza neden oldu. Yıllardan bu yana kendi ülkelerindeki İslamcı muhalefeti ezen, göstermelik demokrasi oyunlarında dahi bu gruplara hayat şansı tanımamak üzere bin takla atan bu rejimler Amerikan söyleminin balans ayarının kaçmasıyla birlikte, iç kamuoylarında oluşan anti-Amerikan hislerin en açık şekilde İslamcı muhalefette temsil edileceğini gördüler ve bu söylemden uzaklaşmak ihtiyacı hissetiler. Tüm bu süreçlerde Irak işgalinin İsrail tarafından desteklendiğinin; hatta bu planların İsrail ile organik ilişkileri bulunan neo-conlar tarafından yürütüldüğünün açıkça anlaşılması da rejimlerin hesaba katmaları gereken bir diğer unsur olarak öne çıktı.

Amerikan neoconlarının “İslami terörizm” adı altında tüm Müslümanları hedef alan tutumlarını bir de demokrasi ihracı noktasına taşımaları, her fırsatta Ortadoğu’daki halkları “özgürleştirmekten” dem vurmaları bu rejimler için ikinci bir rahatsızlık unsuru oldu. Saddam sonrası dönemin İran’ın nüfuzunu artıracağını öngöremeseler de, Irak’ta halk nezdinde meşruiyeti olmayan Saddam Hüseyin rejiminin yıkılmasıyla sıranın kendilerine geleceğinden korkan Ortadoğu rejimleri, Amerika’nın operasyonuna açık destek vermekle sadece kendi meşruiyetlerinin daha fazla sorgulanacağını düşündüler.

Tüm bu ayrımların temelinde görüleceği gibi Ortadoğu’daki rejimlerin halklarıyla aralarındaki derin uçurum bulunuyor. Türkiye’de çevrenin hâlihazırda sancılı olduğu görülen bir süreç sonucunda merkeze yaklaşmasının da gösterdiği gibi devlet mekanizmasının tutumu her zaman halkların görüşünü yansıtmayabiliyor. Öte yandan son yılların gösterdiği tek bir şey var ki; artık Ortadoğu’da kendi halklarının görüşlerinden tamamen bağımsız; bölgede hız kazanan pan-İslamist düşünce yapısını hesaba katmayan manevralarda bulunmak bu rejimler için ciddi anlamda zorlaşmıştır.

Geldiğimiz noktadan geçmişi değerlendirmenin konforuna sığındığımızda ise 1 Mart tezkeresinin reddinin Türkiye için ne kadar hayırlı olduğunu bir kez daha idrak edebiliyoruz. Siyasi meşruiyet unsuru Türkiye’de geçmişin hata ve sevaplarını daha sakin bir şekilde ele alabilmemizi mümkün kılıyor. Ortadoğu’daki rejimler ise zaten kısıtlı olan sevap hanelerine yazdıkları işgale destek vermeme sevabıyla ancak yeni bir meşruiyet çıkmazına girmiş olmakla kaldılar.

Etiketler: