12 Mayıs 2021 | İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, Twitter hesabı üzerinden yaptığı açıklamada, İsrail ve Filistin arasında meydana gelen son gerginliklere ilişkin ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken ile bir telefon görüşmesi yaptığını ifade etti. Netanyahu, Blinken'in görüşme sırasında İsrail'in kendisini savunma hakkının olduğunu hatırlattığını söyledi. Netanyahu, Blinken'e ABD'nin İsrail'e "kendisini savunması için" verdiği desteklerden dolayı teşekkür ettiğini kaydetti.

Netanyahu’nun Hesabı Ya Da Her Yol İşgale Çıkar

İsrail barbarlığının elbette ki sonuçları olacaktır. Bu sürecin sonunda Netanyahu'nun seçim hesaplarının tutmadığını ve hatta Batı Şeria'daki statükoyu bozduğunu bile görebiliriz.

Nisan ayının ortalarından itibaren Şeyh Cerrah mahallesindeki Filistinlilerin evlerine el koyma işlemi ile başlayan süreç önce Mescid-i Aksa’nın şimdi de Gazze’nin ağır bir şekilde işgaline evrildi. Meselenin yüz yılı aşkın serencamına bakıldığında bu tablo sürpriz değil. Çünkü İsrail’in vazgeçmediği temel bir politikası var: Kudüs’ün fiilen bütünüyle kontrol edilmesi ve Arapsızlaştırılması, yerleşimci sayısının her geçen gün artması ve Filistin’in tarihsel topraklarının kontrolü gibi hedefler bu politikanın bir parçası. Dolayısıyla İsrail’in Kudüs, Gazze ya da Filistin’e herhangi bir şekilde müdahalesi sadece zamanlama ve uygun koşulların oluşmasına bağlı.

Peki ne oldu da son bir ay içinde İsrail hükümeti Filistinlileri kışkırtacak şekilde konut gaspını hızlandırdı, Mescid-i Aksa’yı kundakladı ve Gazze’yi yeniden işgal etme planını devreye soktu? Netanyahu’nun hesabı neydi ?

Küresel bağlamdan İsrail iç siyasetine doğru bir analiz yapıldığında karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor: Dünya siyaseti ve kurumları (Birleşmiş Milletler) İsrail’in hiçbir uluslararası hukuk ve teamül kurallarına uymadığını artık kabullenmiş durumda. İsrail’in bu hukuk tanımazlığına karşı da ne BM ne de bir başka küresel gücün kuvvet kullanma politikası var. Aksine Biden yönetiminin Netanyahu’ya açık çek verdiğini aralarındaki telefon görüşmesi ve yapılan açıklamalardan anlamak mümkün. AB ise Borrell’in ağzından çaresizliğini ve güçsüzlüğünü ifade ederek topu taca attı bile. Aslına bakılırsa mesele bu kadar basit değil. Yahudilere uyguladıkları soykırım Avrupa için İsrail’e bitmeyen bir borç oluşturdu ve cezasını bugün Filistinlilere yapılanlara sessiz kalarak ödüyorlar.

Bölgesel düzlemde ise İsrail’e karşı/Filistin’den yana bir Arap politikasından söz etmek mümkün değil. İbrahim Anlaşması ile artık bu politikanın kurumsallaşma sürecine girdiği de ifade edilebilir. Arap kamuoyunun önemli bir kısmı için İsrail hala “düşman” niteliği taşırken bunun ülke siyasetlerine tahvil edilemediğini hatta Arap Baharı ile birlikte kamuoyunun görüşlerinin bastırıldığı ortada.

İran açısından bakıldığında da, ABD ile yürüttükleri nükleer müzakerelerin devamı ve bir sonuca ulaşması belirleyici bir konuma sahip. Başka bir deyişle müzakere sürecinde İran’ın ABD’nin temel politikaları ile çelişecek bir adım atması söz konusu olamaz. Dolayısıyla İsrail hükümeti, Mescid-i Aksa ve Gazze’nin işgaline rağmen İran’ın bir karşılık vermeyeceğinin hesabını da yapmış durumda.

Netanyahu’nun iç politikadaki hesabı ise yeniden hükümet kurabilecek bir meşruiyet ve güç elde etmek. Yeniden seçim yapılacaksa da Mescid-i Aksa ve Gazze’nin işgali ile yeni bir avantaj elde etmek. Kısacası bu unsurlara bakıldığında Netanyahu’nun zamanlama açısından uygun koşulları yakaladığı düşünülebilir.

Nitekim atılan adımlar yani Filistinlilerin evlerine el konulması, Mescid-i Aksa’ya müdahale/kundaklama ve Gazze’nin işgali İsrail’in resmi politikasının da bir parçası.

Ancak Netanyahu’nun hesap etmediği ve İsrail siyasetinde bir sorun olarak beliren durumlara da işaret etmek gerekli. Birincisi, Hamas’ın bu kadar kısıtlı imkanlarla verdiği karşılığın ilk defa bu kadar korku yarattığını gördük. Saatlerce çalan sirenler, halkın sığınaklara kapanması ve şehirleri terk etmek için havaalanlarına koşması bu anlamda somut göstergeler.

İkincisi, İsrail kamuoyu “demir kubbe” olarak bilinen savunma sisteminin koruyuculuğunu ilk defa bu kadar yüksek sesle sorguladı. Yani “demir kubbe” miti çöktü.

Üçüncüsü ise İsrail şehirlerinin Arap-Yahudi çatışmasına sahne olması ve bazı mahallelerin İsrail vatandaşı Araplar tarafından kontrol edilmesi de sosyolojik bir sorun olarak beliriyor. Bugüne kadar hakları çiğnenmesine rağmen seslerini çıkarmayan İsrail’deki Arap nüfusun Mescid-i Aksa söz konusu olduğunda aynı suskunluğu göstermeyeceğini gösterdi.

Netanyahu’nun bu tabloya cevabı ise Yahudilerin İsrail’deki Filistinlere karşı barbarlık yapmasının önünü açmak ve Gazze’nin barbarca yeniden işgali. Arapların yakılan dükkanları, sokaklarda linç edilmeleri İsrail halkının paramiliter örgüt niteliğini gözler önüne serdi.

İsrail barbarlığının elbette ki sonuçları olacaktır. Bu sürecin sonunda Netanyahu’nun seçim hesaplarının tutmadığını ve hatta Batı Şeria’daki statükoyu bozduğunu bile görebiliriz.

Dahası bu barbarlığa karşı Filistinlilerin vereceği tepki bölgesel hesapları da altüst edebilir. Filistinlilerin tartıştığı ve emarelerini gördüğümüz üçüncü intifada ya da kitlesel bir direniş kararı çok maliyetli ancak Netanyahu’nun da, El-Fetih’in de, İsrail yanlısı Arap rejimlerinin de dengesini bozacaktır.

Not: Filistinliler mücadele kararı alsa da çaresizliklerinden hicret etmeyi/sessiz kalmayı tercih etse de mazlumdurlar ve saygıyı hak ediyorlar. Her halükarda onlara destek olmak dünyanın onlara bitmeyen borcudur.

[Sabah, 15 Mayıs 2021]

Etiketler: