Moskova’nın Lazkiye Hamlesi

Türkiye’nin acilen T-LORAMIDS projesiyle amaçlandığı gibi uzun menzil ve yüksek irtifa hava savunma yetenek ve kapasitesini güçlendirmesi gerektiği aşikardır.

24 Kasım sabahı, Ankara’dan gelen onay ve talimat üzerine Türk F-16’ları, Su-24M taktik bombardıman uçağını düşürdü. Uluslararası basında geniş yankı bulan bu hadise, Türk-Rus ilişkileri tarihine Putin’in “arkamızdan bıçaklandık” sözüyle damgasını vururken, 1952’den sonra ilk defa bir NATO üyesinin Rus uçağını düşürmesi de ayrıca büyük bir sansasyon yarattı. Her ne kadar mevcut hararetli ve gergin ortam, tarafları savaşa sürüklemeyecek olsa da; yakın gelecekte, benzer tarz hadiselerin gündemi meşgul etmesi ya da siyasi, ekonomik ve askeri alanlarda farklı türde kriz, yaptırım, mukabele, caydırıcılık gibi seçeneklerin masaya gelmesi kuvvetle muhtemel. En basitinden Türkiye’nin petrol ihtiyacının %12’sini, doğalgaz tüketiminin ise %54’ünü Rusya’dan karşıladığı düşünülürse; bu alanda zuhur edebilecek bir ihtilaf Türkiye kadar, son üç çeyrektir ekonomik daralma yaşayan Rusya’yı da olumsuz yönde etkileyecektir.

ANGAJMAN KURALLARININ UYGULANMASI

Peki, Türkiye-Rusya ilişkileri açısından; Suriye’de izlenen strateji başta olmak üzere, muhtelif alanlarda büyük çıkmazlarla dolu bir geleceğe dönüm noktası teşkil eden 24 Kasım vak’asından geriye ne kaldı? Birincisi, hava savunma sistemini devreye sokarken; öncelikli amacınız tehdidi etkisiz hale getirmektir. Dolayısıyla ilk odağınız; hava aracının menşei ve kimlik tespiti değil, düşman sistemin bertarafıdır. Türkiye; Eylül 2013’te Mi-17 genel maksat helikopteri, Mart 2014’te MIG-23 savaş uçağı, Mayıs 2015’te Suriye’nin İHA, Savunma Bakanı İsmet Yılmaz’ın ise helikopter olarak nitelediği bir hava aracını, Ekim ayında ise taktik mini-İHA Orlan-10’u düşürmüştü. Bu hedeflerin menşei ya da kimlikleri hakkında kesin ve detaylı bilgi önceden mevcut muydu? Şayet ‘evet’ ise; kararın tatbiki noktasında bir tereddüt yaratmış mıydı? 24 Kasım günü, Suriye/Rusya gibi malum iki seçenekten birisinin tahmin edilememesi şeklindeki bir bahane, yani uçağın vurulmadan önceden kime ait olduğunun tespit edilememiş olması, Ankara’yı kararından caydırır/caydırmalı mıydı? Her halükarda bu hadise, güvenlik tedbirlerini zafiyete dönüşebilecek şekilde esnetmeden; tehdidin kimlik tespiti ve misilleme dozajı hesaba katılarak karar verilmesi gerektiğini göstermiştir. İkincisi, Su-24M’e kıyasla çok daha önemsiz sayılabilecek bir mini İHA’nın dahi angajman kuralları çerçevesinde kaç defa uyarıldıktan sonra düşürüldüğü hatırlanmalıdır. 24 Kasım’da, uluslararası tehlike ve acil durumlarda kullanılan GUARD frekansları (VHF/UHF frekans spektrumunda çalışan 121.5 MHz) üzerinden pilotla temasa geçilmiştir. Ancak defalarca kez yinelenen ikaz çağrılarına yanıt gelmemesi ve uçağın rota istikametini değiştirmemesi üzerine düşman algılanan hedefin vurulması kararı alınmıştır. Su-24M’nin kurtarılan pilotu Yüzbaşı Murahtin, sınır ihlali ve ikaz çağrılarını kesin bir dille yalanlasa da; o anda bölgede uçan Hollandalı sivil bir pilot, çağrıları bizzat duyduğunu ve uçağın sınırlar içerisinde vurulduğuna şahitlik ettiğini ilk ağızdan kamuoyuna duyurmuştur. Keza ses ve görüntü kayıtları şüpheye yer bırakmadığı gibi, NATO da ikaz çağrılarını teyitlemiştir.

TÜRKİYE’YE DÖNÜK FÜZE TEHDİDİ

Bu yüzden kararın, hukuki ve askeri açıdan meşruiyetini tartışılır kılan bir gerekçe mevzubahis değildir. Üçüncüsü, iç savaşın giderek şiddetlendiği, devlet ve devlet-dışı aktörlerin çeşitlendiği ve daha fazla müdahil olduğu Suriye toprakları; Ortadoğu’nun en büyük füze arsenallerinden birisine ev sahipliği yapmaktadır. Altı Gün ve Yom Kippur Savaşları, Şam’ın füze programını başlatma kararını tetikleyen başat faktörler iken; 1970’li yılların başından günümüze uzanan süreçte Rusya, K. Kore, İran ve Çin, füze teknolojisi ve sistem/alt sistem konusunda Suriye’ye en büyük desteği sunan dış tedarikçiler olagelmişlerdir. Bugün Suriye’nin envanterinde çok sayıda ve farklı varyantlarda kısa menzilli balistik füzeler (Scud A/B/C/D); topraklarında ise, operasyonel kara/mobil konuşlu S-300P füze savunma sistemi mevcuttur. Suriye’nin, balistik/seyir füzeleri kimyasal harp başlığıyla donatılma yeteneğine de haizlerdir ki; düşük olasılıklı bir senaryo dahi, tehdidin yarattığı psikolojik baskıyı görmezden gelmeyi engellemektedir. Ayrıca 2012 Haziran’ında RF-4E keşif uçağının düşürülmesini müteakip yaşanan birtakım hadiseler, Türkiye’nin tehdidin yoğunluğu ve boyutu konusunda yersiz bir telâşa düşmediğini kanıtlaması bir tarafa, Ankara’nın endişelerindeki haklılığını uluslararası topluma daha ikna edici bir üslupla aktarmış olması gerektiğini göstermiştir. Örneğin 2015 Mart’ında İran menşeli Fateh-110’un Reyhanlı’ya düşmesine ve akabinde Rusya’nın da artık doğrudan oyuna girip Suriye’deki askeri gücünü bilhassa hava kuvvetleriyle perçinlemesine rağmen; NATO’lu müttefikler “Suriye’den kaynaklı tehdit riskinin azalması” ve “sistem güncellemesi” gerekçesiyle, Patriot’larını geri çekme kararı almışlardı. 2013’te konuşlandırılanlardan geriye kalan ise, sadece Adana’da İspanya’ya ait batarya oldu.

RUSYA’NIN MİSİLLEMESİ

Peki, Kürecik’teki radar veya gerektiğinde devreye girecek Aegis, Türkiye’nin havadan gelen tehdide anlık mukabele yeteneğine ne ölçüde katkı sunacaktır? Zaten Türkiye’yi de yeni angajman kuralları ve daha katı ek güvenlik tedbirleri uygulamaya sevk eden; görünürde Suriye, arka planda Rus operatörleri tarafından düşürüldüğü iddia edilen RF-4E hadisesi değil miydi? Kaldı ki, yakın geçmişte; Rus uçaklarının radar kilitlemesi ve sınır ihlali yapması gibi bir dizi kritik vak’a meydana geldi. Moskova’dan gelen heyetin yarım ağızla dilediği özür; seyrüsefer hatası, hava şartları ya da başlatılması öngörülen teknik incelemelere dayandı. Mevcut aşamada ise karşımızda; Türk tırlarını vuran, Türkiye’yi terörist işbirlikçisi ilan eden, Türkmenlerin yaşadığı Bayırbucak bölgesini bombalamaya devam edeceğini açıklayan, Akdeniz’e savaş gemilerini çıkaran ve Lazkiye’ye S-400’leri konuşlandıracak kadar Suriye’deki askeri varlığıyla meydan okuyan bir Rusya var. Büyük resme bakıldığında, NATO’nun Moskova’ya kınama ya da itidal çağrısı veyahut Ankara’ya destek vermeye hazırız söylemlerinden öte ne kadar somut adımlar atacağı müphem iken; Türkiye’nin imkânları ölçüsünde mukabelede bulunması yadsınacak bir durum değil.

KRİTİK İKİ MESELE

24 Kasım’dan sonra Ankara’nın ivedilikle masaya yatırması gereken iki kritik mesele var: Birincisi; Türk-Rus ilişkilerindeki gerginliğin tırmanması, bölgedeki devlet/devlet-dışı aktörlerden en çok kimin işine yarar? Uzun dönemde göğüslenmek zorunda kalınabilecek risk ve maliyetler çok iyi hesaplanmalı, detaylı bir SWOT analizi çalışması üzerinden strateji belirlenmelidir. İkincisi; İran ve Rusya’dan sonra en fazla füze cephaneliğine sahip Suriye’nin topraklarında artık S-400’lerin de konuşlanacak olmasıdır. Dahası, 2013 Aralık’ında İttifak üyesi komşumuz Yunanistan’ın, 14 yıl sonra Rus S-300’lerinin ilk defa test atışını gerçekleştirdiği de unutulmamalı. Tüm bu kritik gelişmeler dikkate alındığında; hudut hattında devriye görevi icra eden F-16’ların sayısının 18’e, gece nöbeti devriye uçuşu yapanların ise 8’e çıkarılması tek başına kâfi değildir. Tabiri caizse, sınır hava sahası güvenliği için F-16’ların volta atması yeterli olmayıp; daha kapsayıcı ve efektif bir savunma ağının örülmesine ihtiyaç vardır. Bu bağlamda, Türkiye’nin acilen T-LORAMIDS projesiyle amaçlandığı gibi uzun menzil ve yüksek irtifa hava savunma yetenek ve kapasitesini güçlendirmesi gerektiği aşikârdır.

[Yeni Şafak, 29 Kasım 2015]

Etiketler: