Liberal Hegemonyanın Çöküşü

Soğuk Savaş bittiğinde türlü fanteziler ortaya saçılmıştı. En meşhur iki tanesi de "medeniyetler çatışması" ve "tarihin sonu" tezleriydi. Bugün ikisi de baş üstü çakılmış gibi görünüyor.

Soğuk Savaş bittiğinde türlü fanteziler ortaya saçılmıştı. En meşhur iki tanesi de “medeniyetler çatışması” ve “tarihin sonu” tezleriydi. Bugün ikisi de baş üstü çakılmış gibi görünüyor.
Medeniyetler arası genel bir savaş falan olmadı. Ve aslında gördük ki, medeniyet kavramı uluslararası siyasette bir aktörlüğü tanımlamak için fazla gevşekmiş.
Yani medeniyetler tek bir birim olarak hareket etmedikleri gibi dünya siyasetinin gidişatını da belirlemiyormuş.
Öte taraftan tarihin sonu tezi daha akla yatkın geliyordu.
Demokratik barış tezi ve liberal ekonomi fikriyle de birleşince büyük bir etki alanına kavuşmuştu. Çünkü özellikle Amerikan öncülüğündeki liberal Batı demokrasileri hem materyal hem de fikri bir üstünlük kurmuştu. ABD liberal ekonomiye öncülük ettiği gibi siyasi olarak da liberal demokrasiyi yayma iddiasındaydı. NATO gibi bu işlerle hiç alakası olmayan ve olmaması gereken bir güvenlik kurumu bile bu ilkeler etrafında şekillendiriliyordu. Liberal demokrasi NATO’ya üyeliğin şartlarından olarak görülüyordu. Aynı şekilde Avrupa Birliği de Copenhagen Kriterleri çerçevesinde üyelik şartlarına liberal demokrasi ve piyasa ekonomisini koyuyordu.
Üniversitelerde de müthiş bir liberal hegemonya vardı. Küreselleşme, uluslararası örgütlerin yükselişi, ulus-aşan aktörlerin varlığı, çok-uluslu şirketlerin etkinliği, uluslararası kamuoyunun prestiji üzerine tonlarca yazıldı, çizildi. Hatta artık bu alana “uluslararası ilişkiler demeyelim” “dünya siyaseti diyelim” demek modaydı. Tüm bu tartışmaların temelinde ulus devletin çöktüğü fikri vardı. “Ulus devletlerin ayakta kalmak için güvenlik tehditlerini bilerek abarttıkları esasen artık devletler arası çatışma riskinin büyük oranda ortadan kalktığı” falan söyleniyordu.
Gelgelelim, kazın ayağı öyle değilmiş.
Liberal hegemonya hem maddi hem de düşünsel olarak Amerika’nın dünya siyasetindeki öncülüğüne bağlıymış. 2011’den itibaren çekilme başlayınca her şey alt üst oldu. Ulus devlet çökmek şöyle dursun büyük bir patlamayla geri dönüyor.
Sanki yıllarca hapsedilmiş bir düşüncenin fırlayarak yerinden çıkması gibi.
Sınırlar kapanıyor. Duvarlar örülüyor.
Çok-uluslu şirketlere yerli üretim şartı getiriliyor.
Sermayeler yurda dönmezse ceza kesileceği tehditleri savruluyor. Uluslararası örgütler seyrediyor. AB kendi kriterlerini ayaklar altına alıp darbeci Sisi’ye kırmızı halılar seriyor. Üye ülkeler arasında diplomatik kriz haberleri gündelik hale geldi.
Yani kısaca bir anda 1930’lara dönüverdik.
Dünya tarihinin sonu gelmemiş.
Liberal hegemonya zaferini ilan edememiş.
Gördük. Öğrendik.
Onun yerine milliyetçilik ve merkantilizm yükseliyor. Evrensel kimlikler yerine yerel kimlikler güçleniyor. Devlet sahneye tekrar çıkıyor. Kimileri 20 yıl öncesinde kalabilir. Geri dönüş hayal edebilir.
Özellikle Amerikan liberalleri bu durumu Trump’a bağlama hatası içinde. Ama görüldüğü kadarıyla milli kimlik fikri ölmemiş.
Şimdi işin ilginç tarafı düşünsel dünyanın bu gerçekliğe ayak uydurma çabası.
Bazen bakıyorum zamanın en hızlı liberalleri şimdi de hızlı reelpolitikçileredönüşmüş. Düşüncesine şahsiyet kazandıramamış bu tipler başkalarındankiraladıkları kavramlarla yeni dönemi de yorumlamaya çalışıyor.
Ama beceremiyor. İşte bu nedenle de tüm dünyada düşünsel bir karmaşa var. Liberal düşüncenin üstünlüğü bitiyor ancak yerine hâkim bir paradigma doğmadan toplumlar da entelektüeller gibi savrulmaya devam edecek.

Etiketler: