İsrail Yenilerek Normalleşecek

Mavi Marmara saldırısının İsrail kamuoyundaki patolojik algısı da İsrail’in değişime olan ihtiyacını ortaya koymaktadır.

Gazze ve Mavi Marmara saldırılarıyla kopma noktasına gelen Türkiye-İsrail ilişkileri, Palmer raporunun hem adaleti tesis etme hem de arabulma misyonlarının idareimaslahatçılık yüzünden başarısızlığa uğramasıyla beraber Oslo süreci öncesindeki seviyesine yani ikinci katip düzeyine indirildi. Türkiye’nin İsrail’e yönelik 5 maddelik yaptırım planını açıklaması, Başbakan Erdoğan’ın ilerde kullanılabilecek B planından bahsetmesi, Türkiye’nin İsrail’in NATO’da ofis açmasını veto etmesi, İsrail’İn Türkiye’deki polis temsilcisini geri çekmesi  ve buna paralel gelişen diğer olaylar, ikili ilişkilerin gidişatına ilişkin karamsar projeksiyonları haklı olarak ön plana çıkardı.

Şu gerçeğin altını çizmeliyiz: Türkiye-İsrail ilişkileri normalleşen Türkiye ile birlikte normalleşmektedir. Bu sebeple anormalliğini devam ettiren İsrail’in normalleşen Türkiye’den zihinsel ve siyasa açısından kopması normal karşılanmalıdır. Bir işgal devleti olarak, büyük kısmı Filistinli mültecilerin terketmek zorunda kaldıkları topraklar üzerine kurulan, ben-merkeziyetçi ve üstünlükçü politikalarıyla, Ortadoğu’yu bölge dışı aktörler yardımıyla şekillendirme planlarıyla bölgede bir türlü normal bir ülke hüviyetine bürünemeyen İsrail’in, bölgede siyasi istikrar ve ekonomik entegrasyon düşleyen, Birinci Dünya Harbi sonrası şekillenen ve Camp David sonrası kristalleşen bölgesel sistemi yerel, demokratik  ve kapsayıcı bir alternatif ile değiştirme çabası veren Türkiye ile çatışması doğal bir gelişme olarak görülmelidir.Bölge statükosunun komiseri İsrail ile değişimin öncüsü Türkiye elbette çatışacaktır.  

Bu çatışmanın kime ve neye faydası olacağını ortaya koymakta fayda vardır. Güvenlik konseptini “aman İsrail’le çatışma” mottosu üzerine kurmuş statükocu yaklaşımların ne Türkiye’yi ne de bölgeyi bir arpa boyu ilerletmediği ortada iken alternatif yaklaşımları dizayn etmenin ve uygulamaya geçirmenin vakti çoktan gelmiştir. Bu noktada özellikle iki hususun altı doldurulmalıdır. Bunlardan birincisi çatışmadan neyin kastedildiği diğeri ise çatışmada bir noktaya kadar kılavuzluk edecek olan mütekabiliyet ilkesidir. Özellikle Doğu Akdeniz’deki seyrüsefer serbestiyeti yaptırımı ekseninde gündeme oturan “çatışma” ile bir silahlı çatışma veya savaş ortamı peyda edilmeye çalışıldığı sonucu çıkarılmamalıdır. Böyle bir çatışmaya gerçekten gerekmediği müddetçe Türkiye’nin girmeyeceğini ve varoluşsal bir boyut söz konusu olmadan İsrail’in kalkışmayacağını belirtmek lazım.  

Burada kastedilen bugüne kadar statükonun örtpasına maruz kalan iki ülke arasındaki vizyon ve çıkar çatışmalarının artık açık ve uluslararası camianın gözleri önünde cereyan etmesidir. Diğer bir deyişle, Türkiye’nin bölgesel statüko komiseri İsrail’in değişimin önüne çektiği seddi yıkması, uluslararası camianın saygın bir üyesi olan Türkiye’nin İsrail’i uluslararası normlara “teslim” olmaya zorlaması ve bunları yaparken “İsrail ve dostları ne düşünür” şeklindeki artık modası geçmiş düşünce tarzını kenara bırakıp krizden kaçınmaması zaruridir. Burada yapılan vurgu krizin gerekliliğine değil, değişimin zaruretine ve bu değişim için göze alınabilecekleredir ki kriz değişimin sadece doğal bir sonucudur.  

Filistin’in devletleşme çabalarına azami maddi ve manevi destek vermek, İsrail ordu mensuplarına ve hükümet yetkililerine yönelik yaptırım kararları çıkartmak, İsrail’i savunma sanayisi ihaleleri ve ticari ilişkiler üzerinden zarara uğratmak ve en önemlisi yeni bir bölgesel sistemin kurulmasına ön ayak olarak uluslararası hukuktan muaf olmadığını kabul edene kadar İsrail’i paryalaştırmak Türkiye’nin kararlı bir şekilde atması gereken adımlardır.     

Yukarıda bahsedildiği şekliyle bir çatışma menfi olmak zorunda değildir.Bu tarz çatışmanın yeni şekillenen bölgeye, değişim yanlılarına ve kendileri farkında olmasa da İsrail halkına müspet yansımaları olacaktır. Bu çatışma statükoyu dolayısıyla İsrail’i değiştirdiği ölçüde bölgeye ve öncü aktörlere fayda sağlayacaktır. İsrail halkına ise değişimle birlikte, İsraillilerin zihnine tesis edeceği mütekabiliyet ilkesi ile hizmet edecektir.   Mütekabiliyet, başta İsrailli liderler olmak üzere halkın birçoğunun zihin dünyasında yer edinemeyen bir ilkedir. Mütekabiliyetin hem uluslararası ilişkilerdeki “bir devletin diğer bir devlete sunduğu fayda, haklar ve zararın aynıyla karşılık bulması” hem de ilkenin felsefi özünde yatan eşitlik kavramının İsraillilerin büyük kısmının zihninde yer bulması şeklinde anlaşılması mümkündür. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’nin İsrail’le çatışmasının İsrailliler için pedagojik bir faydası olacaktır, diğer bir deyişle bu çatışma İsrail için bir toplumsal bilinçlenme projesi vazifesini görecektir.  

Örneğin Palmer raporunun akabinde Atatürk havaalanında eskisinden biraz daha uzun bir süre sorulan sorulara muhattap olan İsrailli yolcuların kazan kaldırması ve İsrail basınının büyük kısmında Türkiye’ye öfke kusulması, mütekabiliyet ilkesinin ve toplumsal bilinçlenme projesinin gerekliliğini gözler önüne sermektedir. Bu tavır, bu satırların yazarı da dahil olmak üzere İsrail’in Ben Gurion Havaalanı’nı kullanan “olağan şühpeli” herkesin bu havaalanında uğradığı tacizin, maruz bırakıldığı gayri insani prosedürlerin ve uzun sorgulamaların İsrailliler tarafından yeterince bilinmediğini gözler önüne sermektedir. Burdan kasıt bir yanlışı diğer bir yanlış ile mazur görmek değil. Mütekabiliyet ilkesine dayanarak, İsraillileri Türklerin maruz kaldığı prosedürlere alla Turca tabi tutmaktır. Alla Turca’dan kasıt prosedürleri hiçbir zaman İsrail’in kullandığı gayri insani seviyeye çıkarmamaktır. Bu yolla empati yetenekleri gelişecek olan İsraillilerin emsalsiz bir uygulamaya tabii tutulmadıklarını anlamaları, kendilerini bölgenin diğer sakinleriyle eşit olarak görmeleri ve hükümetleri üzerinde yanlışların düzeltilmesi için baskı yapmaları umulmaktadır.  

Mavi Marmara saldırısının İsrail kamuoyundaki patolojik algısı da İsrail’in değişime olan ihtiyacını ortaya koymaktadır. Unutulmamalıdır ki İsrail kamuoyu özüre hazır olsaydı, popülist Netanyahu hükümeti özür dilemeye yanaşabilirdi. Fakat İsrail kamuoyunun Mavi Marmara’yı “Hamas’a mühimmat taşıyan gemi”, yolcularını ise “İsrailli askerlere el kaldırmaya cüret eden teröristler” olarak görmesi özrün önüne geçti. Hamas tarafından kaçırılan İsrail askeri Gilad Shalit için ortalığı ayağa kaldıran İsrail kamuoyunun, İsrailli komandolar tarafından uluslararası sularda kısa mesafeden yüzünden, kafasının arkasından, iki kez bacağından ve bir kez de sırtından olmak üzere toplam 5 kez vurularak öldürülen 19 yaşındaki Furkan Doğan için bir tanhumay (ibranice: başınız sağolsun) demeyi bile zül sayması, İsrail’in kendisini bölgede diğer ülkelerle ve halklarla eşit noktada konumlandırabilmesi için mütekabiliyetle terbiye edilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır.  

Değişen bölgede yanlızlaşan İsrail için 67 Savaşı sonrasında yarattığı “yenilmezlik” efsanesinin ve Siyonizm’in psikolojik altyapısı kaynaklı “İsrail’in onuru”ndan taviz vermeme kararlılığının artık müspet bir getirisi kalmamıştır. İsrail “yenilerek“ eşitliğe inanmaya başlayacak, uluslararası hukuku ihlal pahasına koruduğu sanal “İsrail’in onuru” bahanesini terkedecek  ve normalleşecektir.

Mostar/Ekim-2011

Etiketler: