İran: İnce Güç mü, Nükleer Güç mü?

Geçen Nisan başında Amerika’nın Irak’ı işgal edişinin 4. yılına girerken, dünya işgalden daha çok İran’ı konuşuyordu. Yine işgalin başlangıcının yıldönümü olan Mart sonunda 15 İngiliz askerini esir alan İran, bir bakıma 3000 yıllık Pers-Sasani diplomasi tecrübesini konuşturdu.

Geçen Nisan başında Amerika’nın Irak’ı işgal edişinin 4. yılına girerken, dünya işgalden daha çok İran’ı konuşuyordu. Yine işgalin başlangıcının yıldönümü olan Mart sonunda 15 İngiliz askerini esir alan İran, bir bakıma 3000 yıllık Pers-Sasani diplomasi tecrübesini konuşturdu.

 İran’ın ekonomik, ve siyasal ağırlığıyla kıyaslanmayacak kadar yüksek bir nitelik taşıyan ve tarihî-coğrafî derinliğinden gelen bu diplomatik zenginlik, Türkiye açısından da ders verici özellikler taşıyor elbette. Tarihsel ve sosyo-kültürel gücü uluslararası ilişkilerde bir araç olarak kullanmak pek çok emperyal gücün temel referansları arasında sayılır. İran topraklarında hüküm süren Safevîler, Nadir Şah Hanedanı, Pehleviler ve bugünkü İslam Cumhuriyeti yönetimi geçmiş birikimle ilişkiyi sürekli tutmayı tercih ettiler. Bunun karşılığında İran, ekonomik ve askerî gücünün çok üstünde bir dış politika performansı sergileyerek ince gücün (soft power) kullanımından örnekler veriyor. “Vahşi Persler” 15 Spartalı’yı Affetti!  Esirleri serbest bırakma anını tam anlamıyla medyatik ve teatral bir törene dönüştüren Cumhurbaşkanı Ahmedînecad –bizdeki adaş ve mevkidaşı Ahmed Necdet (Sezer)’in aksine- toplumsal yapının işleyişini yakından izleyen ve ülkesinin ince gücünü iç ve dış politikada kullanan, etkin bir siyasal kişilik görüntüsü çiziyor. Ahmedînecad’ın alabildiğine sanatsal bir sunum sonrasında esirleri serbest bıraktığını, “İngiliz halkına hediye ettiğini” açıklaması aslında gayet bilinçli bir tercihin ürünü. Zira tam da o günlerde Amerikan emperyalizminin en verimli kültürel aracı olan Hollywood, kendi dilince İran’a bir gol atma peşindeydi. Türkiye’de de bir hayli tartışılan 300 Spartalı filminde, İranlılara medeniyet, cesaret, insanlık, ahlak ve demokrasi dersi veren Batılı “özgürlük” savaşçıları, cephedeki sayılarının azlığı dahil, pek çok bakımdan kolayca günümüz Amerikalılarıyla özdeşleştirilebilecek bir görünüm arz ediyordu. Üstelik mistisizm, eşcinsellik ve aile değerlerine bağlılık konularını, tarihî gerçekleri tersyüz etme pahasına, İranlılar aleyhine bir sinema kurgusallığıyla ele alan film, İran yönetiminden en üst düzeyde tepkiler görmüştü. Hollywood teknolojisinin Amerikan uluslararası stratejileriyle paralelliği, daha önce ne Ridley Scott’ın Gladyatör ve Cennetin Krallığı, ne de Oliver Stone’un İskender filmlerinde bu denli kaba biçimde öne çıkarılmış değildi. 300 Spartalı’da sadece yağma ve işgal peşinde koşan, aile kavramından uzak şekilde sapkın davranışlar sergileyen Perslerin karşısında, ahlaklı ve ailesine bağlı olarak ekrana taşınan Spartalılar Ahmedînecad’a ve İranlılara çok dokunmuş olmalı ki, satır aralarına sinen en esaslı cevap yine ailevî değerler üzerinden verildi. İran Cumhurbaşkanı’nın, bir kadın askerin ülkesinden binlerce kilometre uzaktaki bir savaş için ailesinden ve çocuklarından koparılmasını anlayamadığını ve Batı’da aile kavramına verilen önem konusunda şüpheye düştüğünü söylemesi, küresel medyanın teatral uluslararası propaganda için kullanımının doruk noktasıydı. Bütün dünyanın esir İngiliz askerlerin akıbetine kilitlendiği bir ortamda, esirlerin salıverilmesinin soğuk, sıradan, mimiksiz ve doğal bir tonla ifade edilmesi ise, İran açısından asıl meselenin esirler olmadığı ve Batılıların bu konuda duydukları kaygının ne denli yersiz olduğu mesajını vermeyi amaçlıyordu. İran-Amerika geriliminde gelinen noktada Ahmedînecad, kısa vadede istediklerini almış görünüyor. Uluslararası kamuoyuna insanlık dersi vermek, Sünni ağırlıklı İslam dünyasında saygınlık kazanmak, Irak’ın yüzde 60’ını oluşturan Şii nüfusa güven ve moral aşılamak, nükleer faaliyetler konusunda zaman kazanmak ve müttefiklere İngiliz esirler üzerinden gözdağı vermek bunların sadece bir kısmını oluşturuyor. Uzun vadede ise, doğusundaki Afganistan ve Tacikistan’dan başlayarak güneybatısındaki Irak, devamındaki Suriye ve Lübnan ile bir Şii kuşağın merkezi haline gelen İran, en büyük direnç noktası ve Amerikan müttefiki olan Suudi Arabistan’ı da en güneydeki Şii Yemen ile kıskaca alabilecek. Ayrıca küresel ve bölgesel planda hızla genişleyen ve meşruiyet kazanan Amerikan karşıtlığının Rusya, Çin ve Suriye ile birlikte etkili aktörlerinden biri haline gelmesi, İran’ın elini güçlendiriyor. İran lehine gelişen bütün bu uluslararası ortamın, önemli ölçüde Amerikan dış politikasının neo-con unsurları tarafından şekillendirilmiş olması ise kaderin ironik bir cilvesi olsa gerek. Tabii bunda, kaba güce (hard power) dayalı, geçmişi olmayan, birikimsiz bir dış politika izleyen Amerikan beceriksizliği ile tam tersi bir nitelik arz eden İran diplomasi geleneğinin payını unutmamak gerekir. Hatta İran, elde edeceği muhtemel bir nükleer gücü, mevcut derin ve ince güçten daha önemli sayarsa, modern dönemde sıkça rastlanan temel bir hataya düşer, bir köksüzlük sorunuyla karşı karşıya kalabilir. Ya Türkiye? Neredeyse Şark Meselesi gündeme geldiğinden beri, 150 yıldır dünyanın en zor bölgesi olan Ortadoğu’da Türkiye ne yapıyor? Onun kadar köklü olmasa da, en az İran ölçüsünde güçlü bir diplomasi birikimine sahip Türkiye, her şeyden önce içte bir yönetim zafiyetine neden olan tarihî aidiyet ve kimlik sorunlarını dış politikaya tutarsızlık olarak yansıtıyor. Hariçten bakınca, içi-dışı bir İran karşısında içi dışına çıkmış bir Türkiye görülüyor ve ne yazık ki bu Türkiye, çoğu zaman sosyo-kültürel, ekonomik ve coğrafî dış politika araçlarından kendi kendisini yoksun bırakıyor. Türkiye’nin başta İKÖ, BM ve NATO olmak üzere pek çok potansiyel stratejik gücü harekete geçirebilme yeteneği bulunuyor. Ancak bu yeteneğin kuvveden fiile çıkması, bürokratik iktidar ile siyasal iktidar (devlet-millet) arasındaki uyum sorununun aşılabilmesine bağlı. Bu da cumhurbaşkanlığı seçiminin sonucunu hayatî önemi haiz kılan faktörlerin başında geliyor elbette.

Etiketler: