İktidar Mücadelesi ve Açılım Siyaseti

İstihbarat savaşları, ihbar mektupları, suikast iddiaları, gözaltılar, sokak gösterileri, karakol baskınları, DTP’ye kapatma davası, KCK operasyonları…

Bunlar son aya sığdırdığımız siyasal gelişmeler. Aslında bunlar sadece son ayın değil, son bir yılın, son beş yılın mutat gelişmeleri. Bütün bunlar, ne ifade ediyor? Demokratik açılım sürecinin bunlarla ne ilgisi var? Siyasal gelişmeleri değerlendirirken sıkça düşülen iki yanlış var. Bu yanlışlardan biri, gelişmeleri görünen yönleriyle değerlendirmekle yetinerek, arkasındaki asıl irade ve niyeti görememektir. Bir olay, kamusal alanda görünürlük kazanırken genellikle legal siyasetin ve kamusal algının ‘meşru’ dilinin filtresinden geçirilir. Kamuoyu, belli filtrelerden geçirilerek kendisine sunulan dili doğru kabul eder ve hem siyasal aktörler hem de medyadaki kalemler, bu dile dayanarak olayları değerlendirirler. Oysa iktidar mücadelesinin çoğunlukla legal siyasal alanın dışında gerçekleştiğini, legal siyasetin ise bu mücadelenin sadece kamuoyuyla paylaşılabilir kısmıyla yüzleşebildiğini akılda tutmak gerekir. Bu meyanda, Platoncu varlık hiyerarşisini doğrular biçimde, siyasal gelişmeleri değerlendirirken gölgelerin arkasındaki gerçeğin arayışında olmak gerektiğini söylemek yanlış olmaz. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, çoğunlukla kamusal muhayyilenin dışında yaşanan mücadele, demokratik siyaset mekanizmalarına yansıtılamadığı için Türkiye’de bu ayırım daha da keskindir. Bu durum, hemen hemen yaşanan bütün olaylara en az iki açıklama düzeyiyle bakmak gerekliliğini sağlar.

Siyasal gelişmeleri değerlendirirken sıkça düşülen ikinci yanlış, belli bir zaman diliminde meydana gelen olaylar arasındaki ilişkiselliği ıskalayarak, o anda öne çıkan tekil bir olayı kendi bağlamıyla sınırlayarak açıklamaktır. Oysa hiçbir siyasal olay ve gelişme tekil değildir ve kendi başına bir anlam kazanmaz. Bu nedenle, siyasal gelişmeleri değerlendirirken, olaylar arasındaki bağlantıları ve güç mücadelesindeki önemini dikkate alan bir analiz düzeyine ihtiyaç var. Bu çerçevede, biz tekil bir olaya gömülüp anlamaya çalışırken, aslında başka bir güç odağının, karşısındaki güç odağını zaafa uğratmak için kurguladığı bir olayla karşı karşıya kalmış olabiliriz.

Bu ihtimal, hem olayların görünür yüzüyle yetinmemeyi hem de diğer olaylarla ilişkisini ıskalamamayı zorunlu kılar. Bu iki yanlışa düşmeden son çeyrek yüzyıl Türkiye’sinde yaşanan gelişmelere bakıldığında görülecek olan fotoğraf, topluma zıt bir değer dünyasının bekçiliğini sürdüren elitlerin mevcut iktidarlarını, güçlenen toplumsal hareketlere ve onların sözcülüğünü üstlenen bir kısım siyasal aktörlere karşı koruma içinde olduklarıdır. Görünürde birbirinden bağımsız gibi duran ve neredeyse siyasal alandaki bütün kurum ve aktörlerin yer aldığı gelişmelerin çoğu, bu güç mücadelesinin farklı tezahürlerinden ibarettir. Bu güç mücadelesinde, genel anlamda sınırları belli bir cepheleşmenin varlığına rağmen, konjonktürel pozisyon değişikleri, cephe içi rol çalmalar ve ittifakların bozulup yeniden kurulması olağandır. Ancak, bu değişkenlik ve oynaklık, yoğun ve sert bir güç mücadelesinin yaşandığı ve bu mücadelenin etrafımızdaki bütün siyasal gelişmeleri tetiklediği gerçeğini değiştirmez. Bu çerçevede, içinde bulunduğumuz günlerde, Türkiye’nin siyasal gündeminde en fazla yer işgal eden Ergenekon eksenli güç mücadelesi ile demokratik açılım eksenli rol dağılımı birbirinden bağımsız ele alınamaz. Legal siyasetin terkibiyle ele alındığında veya kendi başına değerlendirildiğinde kafa karıştıran, anlamlandırılamayan pozisyonların birçoğu, böyle bir bağlam içerisinde daha kolay anlaşılabilir.

İktidar mücadelesinin yeni adresi: demokratik açılım Demokratik açılımı ve son bir ay içinde meydana gelen olayları bu ön hatırlatmaları akılda tutarak analiz etmekte yarar var. Aksi takdirde, başta büyük umutlarla ve geniş bir mutabakatla yoluna devam edeceği öngörülen açılım sürecinin, aradan geçen altı aydan sonra neden provokasyonlara karşı kırılgan hale geldiğini anlamakta zorlanabiliriz. Muhalefet partilerinin toplumsal barışa hizmet edeceği aşikâr olan açılıma karşı neden bu kadar sert bir direnç gösterdiğini anlamanın yolu da buradan geçiyor.

İşin özeti, zaten uzun süreden beri, birçok farklı başlık üzerinden süren iktidar mücadelesinin kısa sürede açılım sürecini de bagajına alarak yola devam ettiğidir. Zahire bakıldığında, Kürt sorunu ve Kürt sorununun aktörleri etrafında şekillenen olaylar zinciri, esas düzlemde, açılımın nesnesini oluşturan bu aktörleri de içine alarak, mevcut iktidar mücadelesine yönelik olarak gerçekleşiyor. Bu nedenle, neredeyse siyasal faaliyetin bütün alanlarını içine alan bu iktidar mücadelesini görmezden gelerek mevcut Türkiye’yi anlamak mümkün değil.

AK Parti, Temmuz ayında, toplumsal barışı sağlamak üzere kendi tabanı için büyük riskler alarak demokratik açılım sürecini başlattı. Samimi niyet ve kararlılıkla, daha müreffeh ve güçlü bir Türkiye için Kürt, alevi ve azınlık vatandaşlarının sorunlarını çözmek üzere yola çıktı. AK Parti, Cumhuriyetin kuruluşundan beri var olan ve sağ iktidarlar tarafından Türk milli kimliğinin ötekileri olarak pekiştirilen bu siyasal kimliklere yönelik önyargıları, sıkıntıları gidermek üzere strateji belirlerken, görünen o ki, yukarıdaki analiz düzeyini ihmal etti. Samimi bir niyetle, sorun yaşayan vatandaşlarının sıkıntılarını çözmek üzere yola çıktığını ve vatansever bütün aktörlerin de toplumsal barış için gerekli olduğu aşikar olan bu süreci destekleyeceğini varsaydı. Oysa Türkiye’de, özellikle AK Parti iktidarından bu yana, hiçbir siyasal faaliyet, mevcut güç mücadelesinden bağımsız cereyan etmiyor. AK Parti, bu basit gerçeği ıskaladığı için 6 aydır yalpalıyor.

Bundan sonra demokratik açılımda mesafe kat edebilmesi için, Türkiye’deki birçok siyasal aktör için kendi zafiyetinin ülkenin selamete ermesinden daha önemli olduğu gerçeğini fark etmesi gerekir. Bu tespit, AK Parti’nin başarıya ulaşmak için mutlaka etrafında bir devlet mutabakatı oluşturmak zorunda olduğu, aksi takdirde başarıya ulaşamayacağı anlamına gelmiyor. Nitekim şu anda bir mutabakata ulaşmak mümkün değil, çünkü hemen hemen her anayasal kurum içinde iki ayrı cephe mevcut. Bu nedenle, AK Parti’nin demokratik açılımı bir devlet projesi olarak uyguladığını hatırlatması da bir anlam ifade etmiyor. Çünkü ortada tek bir devlet iradesi yok. Birbirleriyle kıran kırana bir mücadele içinde olan en az iki devlet iradesi var. AK Parti, bu iki cepheden birisinin desteğini alabilirse yoluna daha rahat ilerleyebilir. Ancak bu desteği almadan da demokratik açılım sürecini sürdürüp başarıya ulaştırabilir. Yeter ki, ortada bir mücadele olduğunu ve bu mücadele ekseninde Kürt sorunu veya toplumsal barışın kendinde bir değere sahip olmadığını, herkesin kendi mevzisini güçlendirmeyi en öncelikli kaygı olarak sürdürdüğünü hesaba katan bir yol haritası belirlesin…

Anlayış – Ocak 2010

www.anlayis.net

Etiketler: