Ha Bugün Ha Yarın, Bir Gün Mutlaka…

Osmanlıca dersi tartışması bir kere daha Türk modernleşmesinin ne denli cılız ve korkularına esir düşmüş bir muhayyileye sahip olduğunu gösterdi.

Osmanlıca dersi tartışmasını ne denli öğretici bulduğumu anlatamam. Birkaç gündür gözümüzün önünde süregiden bu tartışma, bir kere daha Türk modernleşmesinin ne denli cılız bir muhayyileye sahip olduğunu gösterdi. Korkularına esir düşmüş bir muhayyile bu.

Milli Eğitim Şûrası’nda “Osmanlıca dersinin tüm liselerde zorunlu tutulacağı” yönünde bir “tavsiye kararı” alındığı haberi medyaya yansıdıktan sonra muhalefet ayağa kalktı. Bu tavsiye kararına muhalefet edenlerin, 3 farklı pozisyonu dile getirdikleri tespitini yapabiliriz.

1) Osmanlıca dersi gereksizdir.
2) Bu dersin tüm liselerde okutulacak olması laik düzen için bir tehdittir.
3) Osmanlıca dersinin pedagojik değil, ideolojik gerekçelerle zorunlu tutulması kabul edilemez.
Ben bu üç görüşün de mahiyet itibariyle aynı olduğu kanaatindeyim. Buradaki her bir pozisyonu Cumhuriyet modernleşmesinin içinden çıkamadığı travmayla ilişkilendirebiliriz. Osmanlıca dersini pedagoji- ideoloji ikilemi etrafında değerlendirenlerin iki yüzlülüğü ile Osmanlıca dersinin gereksizliğinden dem vuranların cehaleti benim gözümde aynı kapıya çıkıyor. Ya da Osmanlıcayı rejim için tehdit görenlerin nefreti. “Milli Eğitim Şûrası bu haliyle IŞİD’in şurasıdır” diyen Hüseyin Aygün de, “aslında Osmanlıca değil, Arapça öğretmek istiyorlar” diyen Aykut Erdoğdu da, “bütün ordunuz gelse kızımı o derse sokamaz” diyen Selahattin Demirtaş da aynı patolojiden besleniyor.

Geçmişten küçük bir hatırayla devam edeyim. Binbir uğraşla yazdığım yüksek lisans tezimi tamamlamış, danışmanıma teslim etmiştim. Bir süre sonra tezim hakkında mütalaada bulunmak üzere Hocanın Nişantaşı’ndaki evinde bir araya geliyoruz. Sağolsun okumuş, tezimdeki birçok kelimenin altını çizmiş. Benden istediği, o kelimeleri “Türkçeleştir”mem!

“Evladım, bu kelimeleri ben unuttum, sen nereden bulup çıkarıyorsun” diyor. Bu kelimeler dediği, “meşruiyet”, “mezkur”, “inşa” vb. gibi sözcükler. “Unutmak”tan bahsediyor, benim metnin akışı içinde, kendi doğallığında kullandığım kelimeleri “anormal” buluyor. Niçin anormal bulduğunu ise bana verdiği tavsiyenin içine gizliyor: “Bu kelimeleri yazılarında kullanırsan seni mimlerler.” Yani, ayrımcılığa maruz kalırsın! Dilin ideolojiye kurban edildiği bir dünyada akademik üretim ne denli mümkün? Ya düşünce üretimi? Akademik üretimi, düşünce üretimini bilmem ama karşımızda, yirmi yıl önce yazılmış bir romanı bile anlamakta zorlanan bir okur kitlesi var. Dahası giderek ona yaklaşmak için daha fakir bir dil kullanan yazarlar grubu ile karşı karşıyayız.

Evet, ben bunları modernleşmemizdeki patolojiye bağlıyorum. Bunun kaynağında ise Cumhuriye’in hafıza politikası var. İki kavram geliyor aklıma. Biri M. Halbwach’a ait “ortak / toplu hafıza” (collective memory), diğeri J. E. Young’a ait “ortaklaştırılmış / toplama hafıza” (collected memory). “Ortak hafıza” yaratma ideali başından beri Cumhuriyet’in hafıza politikasının merkezinde yer aldı. Ne var ki, hafıza bir mühendisliğin nesnesine dönüştüğünde “ortak hafıza” değil “toplama hafıza” çıkıyor ortaya.

Cumhuriyet ideolojisi Osmanlı’yı bastırmak, İslam öncesi Türk tarihinden kendisine şanlı bir geçmiş yaratmak istedi. Tutmadı. Toplama bir hafızayla ne devlet, ne toplum olunabildi. Osmanlıca tartışmasına bir de buradan bakmakta, onu “bastırılanın geri dönüşü” olarak algılamakta yarar var.

Türkiye, bugün hem toplumuyla, hem komşularıyla, hem de geçmişiyle helalleşiyor.

Osmanlı Türkçesine, Osmanlı yazı diline itibarını iade etmek bu helalleşmenin, dolayısıyla normalleşmenin bir par

Etiketler: