Children sit on a car as Syrians fleeing the northern embattled city of Aleppo wait on February 6, 2016 in Bab al-Salama, near the city of Azaz, northern Syria, near the Turkish border crossing. Thousands of Syrians were braving cold and rain at the Turkish border Saturday after fleeing a Russian-backed regime offensive on Aleppo that threatens a fresh humanitarian disaster in the country's second city. Around 40,000 civilians have fled their homes over the regime offensive, according to the Syrian Observatory for Human Rights monitor. / AFP PHOTO / BULENT KILIC

Geri Dönemem

Yüksek gelirli pek çok ülkenin kaldığı insaniyet sınavında, acının büyük yükünü Türkiye ve birkaç bölge ülkesi sırtlanarak, bugünün dünyasına ve geleceğin tarihine insanlık dersi veriyor.

Bu ünlerde bir şarkıyı dinlemeye ve hatta izlemeye takılmış durumdayım. Pinhani grubunun Geri Dönemem adlı parçası ve hatta benim tabirimce “eseri”; melodisi, sözleri ve klip görselleriyle, sanatın duyarlılıkla nasıl birleştirilebileceğinin müthiş bir örneği… Hayatta kalmaya çalışan ve aslında sadece hayatta kalmaya çalışan bir mülteciyi milyonlarcasının adına konuşturan eser, müziğin o büyüleyici etkisiyle insanın ruhunu alabora ediyor. Ve sanatın, kalplere nüfuz edebilme gücü ile barışa, iyiliğe, insaniyete yapabileceği katkı potansiyelini akla getiriyor. Pinhani’nin de bu amaçla yola çıktığı aşikâr… Grup, bu dokunaklı çalışmayla, meseleyi “herkese” anlatabilmenin derdinde…

Zira anlatmak çok kolay değil…

KABULLENMEK

Meseleyi anla(t)manın ve kabullen(dir)menin zorluğunu, daha önce bu köşede “Avrupa’ya inen felç: Mülteciler” ve “Dünyanın Mağduruna Kucak Aç(ma)mak” gibi çeşitli yazılarla gündeme getirirken, durumun vahametini detaylarıyla sunmaya çalışmıştım.

Bugün ise, İstanbul Medipol Üniversitesi’nde gerçekleştirilen bir konferansı, bu konuda yeniden yazmak için bir vesile kılacağım. Nitekim geçtiğimiz hafta üniversitemizde Liberal Düşünce Topluluğu işbirliğiyle düzenlenen “Re-thinking Europe / Avrupa’yı Yeniden Düşünmek” başlıklı uluslararası konferansta, tam da bu sorun ele alındı: Sığınmacıları kabullenmek ve savunmak.

Hep konuştuğumuz gibi, başta Avrupa ve Körfez dâhilinde olmak üzere yüksek gelirli pek çok ülkenin kaldığı şu insaniyet sınavında, acının büyük yükünü Türkiye ve birkaç bölge ülkesi sırtlanarak, bugünün dünyasına ve geleceğin tarihine insanlık dersi veriyor. İlgili konferansta konuşmacı olarak bulunan Suriyeli bir işadamının bunu ifade etmeye çalışırken boğazına takılan düğümü yanı başında duyarken, bir acının sessizlikle de ne derece mükemmel anlatılabildiğine şahit oldum.

Öte yandan, suç ve cezanın temsilcilerinin adeta yer değiştirdiği ve hem köklerine hem de sonuçlarına merhem olacak sıkı bir uluslararası dayanışmanın gerektiği söz konusu felaketlere dair sorumluluktan kaçanlara, “duymak istemediklerini” tekrar tekrar haykırmaktan da vazgeçmek mümkün değil.

BİR ÖDEVDİR

Şu bir gerçek ki; sığınmacılar da, onları kabul eden ve dışlayan toplumlar da, insanlık tarihi boyunca var oldu. İçinde bulunduğumuz “herkes için adaletsiz” durum da, aslında bu iki farklı ahlaki tercihin varlığının modern zamanlara yansıması… Dolayısıyla, ayrımcı yargıyı kırmak ve insani yükün ağırlığını en yaygın şekilde hissedebilmek adına vurgu yapılacak birkaç nokta var. Bu minvalde Avrupa’yı yeniden düşünürken Prof. Dr. Bekir Berat Özipek’in öne çıkardığı gibi; öncelikle sığınmacılığın iradi bir durum olmadığını unutmamak ve ardından da, onları kabul etmenin bir lütuf değil ödev olduğunu hatırlamak gerekiyor.

Üstelik bu ödevin, ahlaki olduğu kadar, evrensel hukuktan kaynaklı olduğunun da altını çizmek önem taşıyor. Bakınız; uluslararası insancıl hukuk, yerinden edilmiş insanların, barınma, sağlık, güvenlik ve beslenme konularındaki ihtiyaçlarının yeterli ölçüde sağlanmasını şart koşuyor. Oysa bu evrensel kuralı bugün ne yazık ki, ancak söylemesi ayıp sayıda ülkenin üzerine aldığı görülüyor.

Diğerleri ise, işin zarar boyutunu temel alıp “kendini” korumaya çeken profiller çiziyor. Hâlbuki pozitif hukukun yazdıkları da, doğal hukukun çizdikleri de, sığınmacı meselesinin bu perspektif üzerine kurulmamasını gerektiriyor. Elbette maliyetler büyük olabilir ancak önemli olan, bunların toplumlarca “adaletli” bir şekilde paylaşılması ve kabullerde çıkış noktası yapılmaması…

Bu bağlamda konferansta da sıkça değinildiği gibi, mağdur akınına kapılarını kapayan ülkelerde zarar odaklı tutum zaten açıkça görülürken, onları kabul etmiş ülkelerde ise bu doğrultuda durumu kabullenmeyen kesimlere rastlıyoruz.

Oysa tekrar tekrar hatırlamak gerekiyor ki; zaman, bu mağdur insanlara yeniden şans veriyor. Üstelik sadece daha şanslı olanlarına… Bizlere ve tüm dünyaya ise, şikâyet etmeden ve gocunmadan, onlara karşı ödevimizi yapmak düşüyor.

Belki zor evet ancak Berat Hoca’nın da konferansta ifade ettiği gibi; nihayetinde, insan olmak da zordur.

Onlar çok bir şey istemiyor lakin geri de dönemiyor…

Notaların sahibi Calogero, ne diyordu Tien An Men’de?

Un jour, le destin vous emmène… (Bir gün kader sizi götürür)

[Yeni Şafak, 19 Nisan 2016]

Etiketler: