Fransa’da Sarkozy Dönemi ve AB-Türkiye İlişkileri

SETA KONFERANS Konuşmacı:     Dr. Hasan Yavuz     Başbakan Danışmanı / Marc Bloch Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih: 14 Mayıs 2007 Pazartesi Saat: 15.00 Yer: SETA, Ankara

SETA KONFERANS

Konuşmacı:
    Dr. Hasan Yavuz
    Başbakan Danışmanı / Marc Bloch Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü

Tarih: 14 Mayıs 2007 Pazartesi
Saat: 15.00

Yer: SETA, Ankara

Avrupa Birliği’ne aday ülke statüsü devam eden Türkiye ile eşzamanlı olarak Fransa’da da cumhurbaşkanlığı seçimleri gündeme damgasını vurdu. Mayıs ayı ortası itibariyle Türkiye’de cumhurbaşkanlığı seçimi tartışmaları sürerken, Fransızlar 7 Mayıs günü, Türkiye’yi AB içinde görmek istemediğini açıkça belirten sağın adayı Nicolas Sarkozy’yi işbaşına getirdi. Dr. Hasan Yavuz, 14 Mayıs Pazartesi günü saat 15.00’te SETAVakfı’nda Sarkozy’li Fransa’nın eskisinden farklı olup olmayacağı ve AB-Türkiye ilişkilerini ne şekilde etkileyeceği konularını değerlendiren bir konferans verdi.

Takdim – Dr. İbrahim Kalın:    Fransa’daki seçimler Türkiye’yi de yakından ilgilendiriyor. Hem Türkiye’nin AB sürecinde yaşayacağı yeni dönemeçler açısından, hem de Fransa’da yaşayan Türkler ve genel olarak Avrupa’daki siyasi dengeler açısından bu konu büyük önem arz ediyor. Avrupa’da son yıllarda Merkel’in seçim kampanyasıyla başlayan enteresan bir süreç var. Şu ana kadar Türkiye’nin AB üyeliğine karşıtlığa dayalı bir iç politika izlendi. Almanya’da Merkel hatırlarsanız bu çerçevede önemli mesajlar vermişti. Sarkozy bunu daha da ileri götürerek özellikle televizyonlarda yaptıkları tartışmalarda Türkiye’nin AB üyeliğine doğrudan karşıtlığı bir seçim unsuru olarak öne çıkarmıştı. Bunun bir kısmı iç siyasetle ilgili olarak değerlendirilebilir. Ama aynı zamanda Türkiye’nin AB sürecinde önümüzdeki yıllarda ne tür zorluklarla karşılaşacağının da önemli bir göstergesi. Türkiye’nin özellikle AB kamuoyuna yönelik vereceği mesajları belirlemesi açısından da aslında bu siyasi dinamikler önem arz ediyor. Türkiye’de Fransa’yı ve Fransa siyasetini yakından takip eden bir akademisyen olarak bugün Dr. Hasan Yavuz’u dinleyeceğiz.

Dr. Hasan Yavuz :    Teşekkür ediyorum. Türkiye ile eşzamanlı olarak Cumhurbaşkanlığı seçimi ve ardından milletvekili genel seçimleriyle birlikte, Fransa ile Türkiye’nin aynı kulvarda devam ettiği bir süreci yaşıyoruz. Bu süreç her iki ülkeyi, dolayısıyla AB içerisindeki konumumuzu ve Fransa-Türkiye ilişkilerini çok yakından ilgilendiriyor. Seçimlerde temel argümanlar olarak kabul edilen, adaylar tarafından da temel argüman olarak gündemde tutulan Türkiye’nin AB’ye üyelik süreci  Fransız kamuoyunda ciddi anlamda tartışıldı ve hâlâ tartışılmaya devam ediyor. Bugünkü Sarkozy’li Fransa’yı algılayabilmemiz için çok kısa olarak Fransa-Türkiye ilişkilerinin tarihi perspektifini ana hatlarıyla incelemek, buna bağlı olarak da Türkiye-AB ilişkilerine göz atmakta fayda var.

Türkiye-AB ilişkileri hem Türkiye hem de AB ülkeleri kamuoyunun çok yakından takip ettiği 40 yılı aşan uzun bir süreç. Bu dönem içerisinde Türkiye NATO’ya üye olması, AET üyeliği adı altında enerji, petrol havzaları açısından 2005 yılında faaliyete geçmesi öngörülen bir antlaşma imzalanması, daha sonra 2002 yılında Türkiye’ye aday olabileceği bir statü verilmesi, 2004’te devlet ve hükümet başkanlarının Türkiye’nin tam üyelik müzakeresinin başlayacağı ve 2005 Ekim’inde başlama kararını vermiş olması Türkiye açısından önemli gelişmelerdir. 2005 Ekim’inden bu yana hepimizin yakından takip ettiği gibi AB-Türkiye müzakere süreci zaman zaman inişli çıkışlı, zaman zaman açılıp kapanan ve zaman zaman da durağan bir biçimde devam etmektedir.

Avrupa perspektifi açısından, AB-Türkiye ilişkilerini destekleyenlerin de desteklemeyenlerin de argümanları vardır. Destekleyenlerin iddialarına baktığımızda AB’nin en önemli iki güçlü ülkesi, Avrupa politikalarının harmanlandığı, ekonomik ve felsefi anlamda temel motor kabul edilen Almanya ve Fransa, bizim ilişkilerimizde çok önemli bir rol oynamaktadır. Merkel ve Chirac öncesi Almanya ve Fransa’nın tavrı inişli çıkışlı da olsa destek özelliği taşımaktaydı. Ekonomik ilişkileri ön planda tutan Fransa’nın bu ekonomik argümanları kullanmak suretiyle Türkiye’ye AB üyeliği sürecinde ciddi anlamda destek verdiğini görüyoruz. Destekleme anlamında bir diğer önemli neden Türkiye’ye müzakere tarihi verilmediği takdirde Batı ile İslami gelenek arasında emniyetsiz ve zorlu bir ortamda kalacağına, bu durumun Türkiye’yi politik, coğrafi, bölgesel anlamda sıkışık duruma iteceğine inanılmasıydı. Destekleyenlerin önemli bir başka iddiası da Türkiye’nin Avrupa ve Ortadoğu arasında, demokrasi ile Müslüman topluluklar arasında birleştirici bir unsur olabileceği idi. Diğer bir temel kriter de Türkiye’nin Avrasya ve Ortadoğu bölgesinde Batı’nın yandaşı olarak AB’nin etkisini ortaya koyabileceği, hem Avrasya’da, hem de Ortadoğu’da enerji, petrol ve diğer ekonomik kaygıları ön plana alarak Batı ile bu bölgeler arasında bir köprü olabileceği noktasıydı. Önemli argümanlardan bir tanesi savunma politikalarıdır ile ilgilidir. Bildiğiniz gibi şu anda Avrupa’nın en temel mücadelelerinden birisi savunma politikalarıdır. AB’nin savunması nerede başlayacak, nerede bitecektir, hangi askeri güçle yapılacaktır, NATO ile ilişkileri nasıl dizayn edilecektir? Dolayısıyla askeri kapasitesi ve sınır güvenliği Türkiye’nin üyeliğinin desteklenmesinde önemli rol oynamıştır.

Karşı çıkanların da iddiaları vardır. Her şeyden evvel karşı çıkanlar şunu argüman olarak ortaya koyuyorlardı: Tarım ve bölgesel kalkınma çerçevesinde milyarlarca Euro Türkiye’ye aktarılacaktır. Bu AB bütçesine ciddi sıkıntılar, yükler getirecektir. Türkiye’nin üyeliği AB’nin Amerikanlaşmasını hızlandıracaktır. İngiltere’nin başını çektiği bir Anglo-Sakson kültürü AB içerisinde Amerika dengelerini gözetmektedir. Diğer taraftan Almanya-Fransa ittifakının ve Benelux ülkelerinin içinde bulunduğu böyle bir felsefi yapı içerisinde Türkiye’nin üyeliği AB’nin Amerikanlaşmasına ivme kazandıracaktır. Kültürel farklılıklar ve çok dinlilik ortaya çıkacak, AB çok etnik yapılı bir toplum haline dönüşecektir. Aslında Avrupalılar bu karşı argümanlarıyla kendi demokratik ve geçmiş kültürleriyle de çelişki içerisine düşmüşlerdir. Oysa Avrupa hem İslami kültür anlamında, hem de diğer dinler, kimlikler anlamında çok kültürlülüğü temel alan bir felsefe üzerine oturtulmuştur. Bir diğer önemli neden olarak Hıristiyan Batı kavramı öne sürülmektedir, ki bu Hıristiyan demokrat partilerin öne sürdüğü bir görüştür. Türkiye Hıristiyan-Yahudi geleneği üzerinde yükselen Avrupa değerlerini ve kültürünü paylaşmadığı için ortak kimlikte bir sorun çıkacaktır. Dolayısıyla bu noktada tehlikeli bir unsur olarak görmüşlerdir ve karşı çıkmaya devam etmektedirler. Son olarak bugün cumhurbaşkanı seçilen Sarkozy de Türkiye’yi “Asya’da küçük bir ülke” olarak takdim etmiş ve “Kapadokya halkının Fransız çocuklarına Avrupa halkı olacağını nasıl anlatabilirim”  serzenişinde bulunmuştur. Tabi bu arada ısrarla vurgulanan bir köprü kavramı vardır. İslam dünyasıyla Batı dünyası arasında, Müslüman topluluklarla demokratik kültür arasında bir köprü oluşturması sözkonusudur. Türkiye’ye biçilen rol budur demek suretiyle Türkiye’yi farklı bir kulvara çekmek noktasındadırlar. Fransa’nın dillendirdiği imtiyazlı ortaklık statüsü bu köprü kavramıyla sanki birliktelik taşıyormuş gibi. Dolayısıyla Türkiye’de siyaset önderlerinin köprü kavramına dikkat etmesi gerektiği kanaatindeyim. Burada girdi olarak imtiyazlı ortaklık vurgulanmak veya kabul ettirilmek isteniyor. Bu konu ciddiyetle analiz edilmeli.

AB ile ilgili temel argümanları ve süreci bu şekilde özetledikten sonra, bugünkü süreci daha iyi analiz edebilmek için Fransa – Türkiye ilişkilerinin tarihine bakalım. Türklerle Fransızlar deyine ilk akla gelen olumlu ittifak, 1. Fransuva ile Kanuni Sultan Süleyman’ın ittifakıdır. Ticari ittifak vardır, askeri ittifak vardır. Askeri anlamda Fransa ile Türkiye arasındaki ilk ittifak, Osmanlı donanmasının  Fransa’nın Tulon şehrinde 6 ay – 1 yıl boyunca dinlendirilmesine izin çıkmasıydı. Ticari ilişki hepinizin de bildiği gibi Osmanlılar tarafından Fransız tüccarlara verilen imtiyazlar, diğer bir adıyla kapitülasyonlar veya özel hükümlerdi. Özellikle İzmir’de, Ege bölgesinde bunun çok yaygın olduğunu görüyoruz ve bu bağlamda özel hükümlerin Osmanlı’da ilk uygulandığı ülke Fransa olmuştur. Bu anlamda da tarihi süreç içerisinde çok temel bir ticari ilişkimiz vardır. Ama bu zaman zaman negatif bir pozisyon unsuru olmuş, Osmanlı ekonomisine zarar veren bir unsur haline de gelmiştir. Fransa-Osmanlı ilişkilerinin bu iki temel boyutuna ekleyebileceğimiz üçüncü bir temel boyut, 18. yy’dan itibaren Fransa’nın Osmanlı’nın kültür, sanat ve eğitim hayatına tesir etmeye başladığı dönemdir. Tarih içerisinde Fransa ile Çanakkale’de olduğu gibi, bugünkü Çukurova bölgesinin bir kısmının Suriye’ye devredilmesi, Maraş’tan Fransızların çekilmesi gibi karşılıklı çatışma, antlaşma veya saygı üzerine kurulmuş birtakım ilişkilerimiz mevcuttur. Aydınlanma dönemi diye bilinen 17. yy da başlayan karşılıklı ilişkiler daha da gelişme gösterir, artık Osmanlı’nın son döneminde tamamen diplomasiden maliyeye, askeri alandan siyaset alanına, sanayiden medeniyete, eğitim, sanat ve kültüre varıncaya kadar bütün alanlarda Fransız kültür ve sanatının etkisini Osmanlı’da görmek mümkündür. O dönemlerde Fransızca bilmeyen adama Osmanlı’da aydın ve entelektüel denilmiyordu.

Osmanlı’nın yabancı bir ülkede daimi temsilcilik kurması o ülke açısından bir şereflik payesiydi. İlk büyükelçimizi Avusturya’ya gönderdik. Fransa’nın Osmanlı’daki ilk büyükelçisi 1535 yılına dayanır. Osmanlı’nın Fransa’daki ilk büyükelçisi 1721 yılına rastlar. Dönemin tarihi belgelerinin tanıklık ettiği üzere Fransızlara göre Türk büyükelçisi üç önemli hususa sahipti: Osmanlı’nın mevcut gerilemesine rağmen elçisi saygın geçmişi sebebiyle dünyanın en önemli büyük devletlerinden birinin temsilcisi olarak kabul ediliyordu. Türk büyükelçisi özel giysileriyle, uzun sakalıyla, ilgi çeken tavırlarıyla bütün meraklı gözleri üzerinde toplayan çok ayrıcalıklı bir şahsiyet olarak, bir sembol olarak kabul ediliyordu. Ve doğulu elçi, insanların en naziği, en ağırbaşlısı ve en bilge kişisi olarak kabul ediliyordu. Dolayısıyla Osmanlı büyükelçisi, evrensel bir insan doğasının var olduğu yolundaki zamanın gözde görüşünün en somut örneği olarak Osmanlı-Fransız ilişkilerinde bir temel unsuru teşkil etmiştir.

Tanzimat dönemi ve sonrası ilişkilerimiz çok daha hızlı gelişen, çok daha iç içe girmiş, bizzat padişahın da zaman zaman yönlendirdiği bir ilişkiler zinciri haline gelir. Özellikle Avrupa ile yakınlaşmamızda tarihi bir dönüm noktası olan 1839 ve 1856 fermanlarıyla başlamış olan ekonomik, idari ve eğitimle ilgili reformlarla sınırlı kalmayıp Fransa ile en üst düzeyde diplomatik ilişkilerimiz başlamıştır. O kadar ileri gitmiştir ki giyim tarzlarında dahi dönüşüm, diğer bir ifadeyle alaturka tarzından alafranga tarzına geçiş dönemidir. Osmanlı toplumunun Fransız toplumuyla bu kadar birbirinden etkilendiği bir dönem yaşanmıştır. Ta ki 19. YY.’ın ilk yarısındaki yenilik hareketleriyle Fransa’nın Osmanlı devleti üzerinde nüfuzu en üst seviyeye gelinceye kadar.

Osmanlı sonrası yeni oluşacak devletin temel felsefesini oluşturması bakımından o dönem içinde dört tane talebe Fransa’ya gönderilir. Bunlardan biri, Fransa’ya gönderilen ilk Müslüman Osmanlı talebesi, sadrazam İbrahim Ethem Paşa’dır. Ethem Paşa Türkiye’ye dönüşünde sadrazamlığa kadar yükselmiş, reform hareketlerinde oldukça etkili olmuştur.

Türkiye-Fransa arasındaki ilişkilerin temelini akabinde Kurtuluş Savaşı sırasında imzalanan 20 Ekim 1921 tarihli Ankara Anlaşması oluşturmaktadır. İşte genç Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Fransa’nın ilk bağlantısı ve ilk anlaşması budur. Bu anlaşma ile Fransa Anadolu’da Mustafa Kemal tarafından başlatılan bağımsızlık hareketini de diplomatik bir üslup ile tanımıştır. Ankara anlaşması Türkiye-Fransa ilişkilerinin bugününü ve yarınını anlamamızda en temel unsur olarak kabul edilmektedir.

Yakın dönem Türkiye-Fransa ilişkilerine baktığımızda, 14 yıl iktidarda kalan Mitterand ve 12 yıl iktidarda kalan Chirac’ın cumhurbaşkanlığı döneminde ilişkilerimiz özellikle Mayıs 1995’te Jacques Chirac’ın cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra gelişme göstermiş ve bu tarihten sonra Fransa, Türkiye ile ilişkilerine önem veren, ülkemizin stratejik konum ve önemini anlayan bir yaklaşım sergilemiştir. Bildiğiniz gibi Fransa anayasası, dış politikanın tespit ve yürütülmesi görevini cumhurbaşkanına vermiştir. Dolayısıyla cumhurbaşkanının ayrıcalıklı bir konumu vardır. Cumhurbaşkanı Chirac’ın temel felsefesi, diplomasiyi ekonomik menfaatlerin temininde bir araç olarak görmesiydi. Bu yaklaşım, iki ülke arasında gelişme gösteren ekonomik ilişkilere de ciddi anlamda etki sağlamıştır. Ve gerek Helsinki gerek Lüksemburg zirvelerinde Chirac’ın son dakika girişimleriyle Türkiye-AB ilişkileri ciddi krizlerden etkilenmemiş, belki de kurtulmuştur.

Fransa ile bu dönem içinde en uyuşmadığımız nokta 2001 yılında sözde Ermeni soykırımının tanınmasına ilişkin yasanın kabulüdür. Bu tanınma ile Türkiye-Fransa ilişkilerinde gergin ve bunalımlı bir süreç başlamıştır. İki ülke arasındaki yakın ilişkiler bir müddet kesintiye uğramıştır. Ta ki biz bu çerçevede Paris büyükelçimizi istişarede bulunmak üzere Ocak-Mayıs 2001 tarihleri arasında Ankara’ya çağırmışızdır. Bu Türkiye’nin Fransa’ya vermiş olduğu en diplomatik notalardan bir tanesiydi. Bu bunalımlı süreç ısrarlı çalışmaların, ekonomik ilişkilerin, özellikle Türkiye’de yatırım yapan yaklaşık 400 Fransız şirketi’nin (AB içerisinde en fazla yabancı şirket sayısı Fransa’ya aittir) üst düzey yetkilileriyle yapılan görüşmeler hem Türkiye’nin Fransa ile ilişkilerinde, hem de Fransa’nın Türkiye’ye bakışında olumlu bir süreci başlatmıştır. Ticari ilişkilerimizin önemi, ortak çıkarlarımızın mevcudiyeti Fransa ile ilişkilerimizin yeniden canlandırılmasını sağlamıştır. Bu yasa tasarısı biliyorsunuz Fransa’da ulusal mecliste geçti. Yasalaşabilmesi için Senatoda geçmesi gerekir. Senato sistemi Fransa’da çok daha farklı bir geleneğe sahiptir. Senatörler seçimle işbaşına gelirler, ancak partiyi temsil etmezler. Tamamen yerel adaylardır, halkla çalışırlar. Tamamen siyasetten uzak, karar verme süreçlerinde etkili bir kurumdur senato. Tasarı şu an senatoda bekletilmektedir.

Fransa’daki ilk siyasi durumu kısaca özetlemekte fayda var. Alışık olmadığımız bir sistem var, Halk Hareketi Birliği dedikleri. Jacques Chirac’ın Cumhuriyet için Birlik Partisi, Halk Hareketi Birlik Partisi’ne dönüştürüldü. Chirac Cumhurbaşkanı, bu partinin genel başkanı ise genç, dinamik, atılgan, sözünü esirgemeyen bir politikacı, çıktı ve genel kurulda Chirac’a rağmen başkanlığı aldı. Bu da Nicholas Sarkozy idi. Bütün gözler Sarkozy’nin başbakan olmasını beklerken Sarkozy’nin yıpranmasını hedefleyen dönemin Cumhurbaşkanı Chirac, Sarkozy’yi ekonomi ve maliye bakanı yaptı. Ülkede büyük bir işsizlik sıkıntısı, enflasyon vardı. Büyük holdingler ve ticaret adamları yeni üye olan Baltık ülkelerine doğru kayıyorlardı. Bunu önlesin diye ekonomi bakanı yapıldı. Gerçekten Sarkozy o dönem içerisinde Fransız halkını cezbedecek ciddi önlemler aldı. Enflasyonu belli bir oranda düşürdü. İstihdamı belli bir oranda artırdı. Ve yıldızı gittikçe parladı. Biraz daha yıpranması düşüncesiyle, Paris’teki banliyö olaylarının patlak vermesinden önce göçmen yasaları, yabancı yasaları, ülkedeki kimlik krizi için içişleri bakanı yapıldı. Sadece Strasbourg veya Paris kentinde binlerce arabanın yakıldığı, şiddet ve yağmalama olaylarının yapıldığı Fransa, gittikçe içe kapanıyordu. Toplum, yabancılara karşı ırkçı duygular içinde Fransa’nın demokrasi tarihine uymayan bir noktaya doğru gidiyordu. Sarkozy, güçlü ekibiyle kararlı hareketleriyle öyle refleksler geliştirdi ki zaman zaman sert politikalarla bu olayların üzerine gitti ve olayların azalmasını sağladı.

Hatta o yıllarda Müslüman camileri ve derneklerini ne yapalım, tartışması başladı. Çünkü bildiğiniz gibi Fransa laik bir ülkedir, 1901 tarihli kültürel dernekler kanunu ve 1905 tarihli dini dernekler kanunu vardır. Fakat bu dini dernekler kanunu Paris ve Lyon’da geçmez, sadece Alsace-Lorraine bölgesinde geçerlidir. Ama Sarkozy iç işlerine gelir gelmez bir sekreterya oluşturdu ve ülkedeki bütün Müslümanların cemiyet, cami, derneklerini illegaliteden legaliteye çekeceğim, sloganıyla işe başladı. Ben de buna olumlu yaklaşanlardan birisiydim. Çünkü binaların en alt katlarında ibadet yerleri vardı. Oralarda kültürel ve dini amaçlı toplantılar yapılıyordu. Bu Fransız toplumunun modernite ve medeniyet anlayışına çok ters geliyordu. İslam ve Müslüman imajı, din imajı yara alıyordu. Özellikle 11 Eylül Amerika saldırısı, Madrid’de, Paris’te patlayan bombalardan, Cezayir olaylarından sonra Fransa’da İslami faaliyetler mercek altına alındı, çünkü buralar kontrolsüz bir şekilde dini radikalizmin ve batılıların tabiriyle bir nevi terörün odağı haline gelmiş bulunuyordu. Böyle bir refleksin geliştirilmesi Müslüman aklın ve düşüncenin modernizmle, modern dünyayla, diplomasiyle, Fransız toplumuyla ve Fransız yönetim ve idare anlayışıyla bir uzlaşma zemini oluşturabilir miydi? Bu noktada hakikaten başarılı olundu. Bugün Fransa’da ilk defa laik bir ülkede bizdeki Diyanet İşleri Başkanlığı gibi değil, daha özerk, daha sivil, daha seçime dayalı, ülkede bulunan bütün Müslüman toplulukların katıldığı bir İslam Konseyi oluşturuldu. Ve bunu başaran da günün içişleri bakanı Sarkozy’di. Böylece Chirac’ın politik anlamda yıpransın diye verdiği görevi başarıyla devretti ve yıldızı bir kez daha parladı. Aday olacak mı olmayacak mı tartışmalarıyla gelinen noktada adaylığını koydu ve kazandı.

AB üyeliğimize Fransa’da desteğin en azaldığı dönemlerde bir tanesi de Ermeni soykırımı yasasının tanınmasıyla ilgili dönemin arkasından bölgesel ve yerel seçimlerin yapıldığı döneme rastlar. O da 2004 Mart ayıdır. Fransa’da 400.000 civarında Türk vardır ve bütün Türk ve Müslümanlardan oluşan yabancı sayısı aşağı yukarı 5 milyondur. İslam gettolarda hapsolmuş, entegre olamayan bir kültürel kimlik olarak algılandığı zaman ister istemez Fransız toplumuyla bir çatışma ortamı doğmaktadır. Ve bunu da politikacılar seçimlerde çok iyi kullanarak iç politikaya alet etmektedirler. Dolayısıyla yerel ve genel seçimlerde bu tür negatif unsurlar ortaya çıkarılmak suretiyle Türkiye ve Türkler üzerinden AB – Türkiye sürecine anti-sempati reaksiyonu geliştirmişlerdir. Bildiğiniz gibi en son 6 Mart 2005 yılında Sarkozy’nin genel başkanlığını yaptığı siyasi partinin genel kurulunda alınan şu karar artık Türkiye’nin Sarkozy’yi dikkatle izlenmesi gereken bir politikacı olarak görmesine yol açmıştır. Bir iktidar partisinin genel kurulunda Türkiye’ye kesinlikle ayrıcalıklı bir ortaklık verilmesini içeren bir karar metni çoğunlukla kabul edilmiştir. Kararda esnek ifadeler kullanılmakta; amacın dost ülke Türkiye’nin reddedilmesi olmadığı, AB Anayasası’nda öngörülmüş olan ayrıcalıklı ortaklığın önerildiği, Türkiye ile gerçek bir ortak pazar ve sınai projelerin, birçok işbirliği alanında mevcut olduğu belirtilmektedir.

Tabi bu arada muhalefetteki siyasi parti de Türkiye’nin AB’ne üyelik sürecinin desteklenmesi noktasındadır.  Bunu da Fransa içindeki yabancı oyların kendi partilerine kanalize edilmesi için bir siyasi taktik olarak görmekteyiz. AB Anayasası’yla uyumlu hale getirilmesi için öngörülen anayasa değişikliği paketi Fransa’da 28 Şubat 2005’te parlamentoda kabul edilmiştir. Bu değişiklik önergesinde bir madde eklenmiştir ki, bu madde özellikle Türkiye’nin AB üyelik sürecini ciddi anlamda tıkayacak ve engelleyecek bir unsurdur. Şimdi Sarkozy seçildi. Ama geçtiğimiz üç gün boyunca dış politika danışmanları Brüksel-Paris arasında mekik dokumaktadırlar. Bu süreci nasıl aşabileceğiz diye şu anda Fransa kendi içinde refleksler oluşturmaktadır. AB üyesi ülkelerin bir kısmı parlamentolarından geçirmek suretiyle anayasalarının referandumunu sağlamışlardır. Ama Hollanda, Fransa gibi ülkeler halka sunmuşlardır ve %53 oranında ret gelmiştir Fransız halkından. Şimdi Sarkozy’nin önünde Türkiye açısından en temel sıkıntı budur, bunun formülasyonunu bulmak için ciddi bir çaba sarfedilmektedir. Şu anda bu reform maddesini üçe bölmek, paketi parçalamak suretiyle, bunu parlamentodan geçirilebilecek şekliyle nasıl ayarlayacaklarının hesabını yapmaktadırlar. Artık seçim, propaganda dönemi bitmiş, reel politika başlamıştır. Sarkozy politikacı olma noktasından devlet adamı olma noktasına doğru gitmeye başlamıştır. Fransa’yı hem Avrupa’da hem dünyada bir aktör ülke yapacağım iddiasındaki bir siyasetçinin Türkiye’ye devlet adamlığı statüsüyle bakması hem bizim hem de onların yararına olacaktır.

Fransa’daki Türkler bizim AB ile ve Fransa ile ilişkilerimizde önem arzetmektedir. Fransa’da deniz aşırı ülke bakanlığı vardır. Yani Fransa coğrafyasının dışındaki Fransızlara ait özel bir bakanlık vardır. Fransızlar kendi ülkelerinde yaşayan yabancılara iki gözle bakmaktadırlar: yabancı ve göçmen. Göçmen, o ülkede doğan ve vatandaş olmamış insanlardır. Yabancı, geldiği ülkede doğmuş, ama Fransa’da yaşayan insanlar. Vatandaş da olsa bunlar yabancıdır. Fransız yurttaşlık anayasasında yurttaşlığı bir devlet kültürü olarak kabul etmektedirler. Fransız yurttaşı olabilmeniz için Fransa’nın milli statüsünde, milli kültüründe bir ruha ve öz benliğe sahip olmanız lazım. Onun için ülkedeki yabancılara oy hakkı verilmemektedir. Ama vatandaş iseniz seçme ve seçilme hakkınız vardır; vatandaşlığı almamışsanız, o ülkede 20-30 yıl yaşamış olsanız bile seçme hakkınız yoktur. Bu Fransa’da büyük bir tartışma konusudur.

400.000 civarında Türk insanımız vardır Fransa’da. Ciddi anlamda genç bir potansiyeldir. %60’ı 30 yaşın altındadır. İşçi kesimidir ve işsiz kaldıkları zaman kendi iş yerlerini kurabilen, inşaat, tekstil ve restorasyon sektöründe başarılı insanlardır. Kurmuş oldukları şirketler üçüncü grup aile şirketleridir. Ama bizdeki gibi yabancı sermaye olarak kabul edilebilecek Türklere ait güçlü kurumların oranı %1’dir. Üniversiteye devam eden öğrencilerin sayısı %7’dir. Bu çok küçük bir rakamdır. Geçtiğimiz 5 yıl içinde ilk kez bir avukat, bir doktor, bir gazeteci, ilk kez bir muhabir yetişmiştir. Bu Türkiye’nin çok geç kaldığı bir konudur. Fransa’daki Türkler izole olmuş, kendi aralarında ilişkileri olan bir toplum olarak kabul edilirler. Ama Fransızların büyük bir çoğunluğu da yabancılar içinde en uyumlu, en şiddete meyil etmeyen, teftiş olaylarından uzak duran, hırsızlık gibi adi vakalardan uzak duran bir toplum olarak Türkleri kabul etmektedirler. Türklerin en sevdikleri özellikleri kendi aralarında güçlü bir dayanışmaları olmasıdır. Ama hala modern toplumla uyum sağlayabilecek kültür, eğitim ve sanat alanında ciddi bir atılımları yoktur. Gettolarda izole olmuş durumda yaşamaktadırlar. Fransızlar Türklerin entegrasyon problemi olduğunu ifade etmektedir. 

Chirac’lı dönemden sonra Sarkozy’li Fransa dönemi. Şu anda hem Fransa kamuoyunda hem Türkiye kamuoyunda bundan sonraki ilişkilerimizin hangi temele dayanacağı konuşulmaktadır. Fransa’da son cumhurbaşkanlığı seçimi 2002’de 16 adayla başlamıştı. Bu yıl 2007 seçiminde 12 aday vardı. Bu adaylardan yarısı bayandı. En güçlü adaylardan birisi Ségolène Royal’di. Fransız halkı 23. cumhurbaşkanını seçti. İki turlu bir cumhurbaşkanlığı seçimi var. 1. turda en fazla oyu alan iki aday 2. turda yarışıyor. Halk seçiyor, 1. turda adaylarını adil bir şekilde hem televizyon ekranlarında, hem basında ve kamuoyunda ortak bir şekilde görüyor. Fransızlarda çok beğendiğim bir hususiyet vardır. Siz de aday olabilirsiniz. Senatodan ya da parlamentodan belli bir oranda imzayı alır, aday olursunuz. Ama seçim harcamalarınızı şeffaf bir şekilde ortaya koymanız lazım. Kesinlikle seçimlerde aday olacak siyasi partilerin temsilcileri değil, şahıslar ön plandadır. Herhangi bir siyasi partiden üç tane, beş tane aday çıkar. Ama kongrede bizim en güçlü adayımız budur derler. Bu adaylara bütçelerinin ne kadar olduğu sorulur. Parası yoksa devlete müracaat eder. Devlet de ona normal vatandaşa verdiği kredi şartlarında krediyi tevdi eder. Ve bütün harcamalarını devlet idaresine bildirir. Bu şeffaf ortamda devam eder. Hiçbir isim gayri meşru harcamada bulunamaz.

Fransa’da 1. tur seçimlerin en büyük sürprizi François Bayrou oldu. Fransa Demokratik Birliği Partisi’nin genel başkanıdır. Uzun müddet Fransa siyasetinde bulunmuştur. Ama ben şu özelliğiyle kendisini iyi tanırım. 6 çocuklu, magazin sayfalarına geçmemiş, dinine bağlı, kültürüne bağlı, çok iyi bir Katolik Hıristiyan. İşte Fransız halkının onu 1. turda direksiyona oturtmasının en temel sebebi bu. Son iki adaydan Segolene Royal Sosyalist Partisinin adayıdır. Partinin genel başkanı Fransuva Holland Royal’in nikahsız kocasıdır. Fransızlar tepki göstermesin diye seçime girerken resmi nikah yaptılar. Öbür taraftan Sarkozy de aynıdır. Sarkozy’nin Macar asıllı babası üç kadınla evlenmiş, sonra birinci hanımına dönmüş, ondan da Nicholas Sarkozy olmuş. Sarkozy’de iki evlilik yaptı ve seçim öncesi eski eşine döndü. Elize sarayında kalabalık ailesiyle ilk kez bir göçmen çocuğu olarak göreve başlayacak. Bunlar da Fransız toplumunda seçim öncesi tartışılan unsurlardı. Ama 1. turun galibi François Bayrou, ırkçı temel fikirlerden uzak daha ziyade milli, dini, ulus kavramlarını öne çıkararak bir ahlak, kültür normuyla Fransız olmayı beraberinde getirmiş ve sürpriz bir şekilde % 18.57 ile 1. turun kilit ismi olmuştur.

Bu seçimlerde sürprizler vardı. Bu sürprizleri şöyle sıralayabilirim. Fransa ilk kez 2. Dünya Savaşı’nı yaşamamış bir cumhurbaşkanına kavuşmuştur. 1965 Charles de Gaulle döneminden beri, ki Sarkozy çok iyi bir de Gaulle’cüdür. Ben, de Gaulle’cüyüm ama değişimden yanayım demektedir. Şimdiki değişim politikalarıyla ikinci bir de Gaulle olarak Fransa tarihine geçme arzusu vardır. 1965 yılından beri ilk defa katılım oranı yüksek bir seçim olmuştur. %85 ile bir rekor kırılmıştır. Oysa beklenti tam tersiydi. Yine 30 yıldan beri Fransa tarihinde ilk kez sağ, muhafazakar, milliyetçi oylar bu kadar bir araya toplanabildi. Yani %53 rakamı. Chirac da %80 oy almıştı, ama Chirac’ın seçilmesindeki konjonktür tamamen farklıydı, onun karşısında bir ırkçı vardı. O nedenle Chirac’ın oylarının tamamı sağ oylar değildir. Dolayısıyla Sarkozy 30 yıldan beri ilk defa sağ seçmeni bu kadar toparlamıştır. Fransa’da ilk kez bir göçmen, işçi çocuğu, üstelik sert göçmen politikalarını savunan bir göçmen, cumhurbaşkanı seçilmiştir. İlk kez Elysée sarayında çocukları ve ailesiyle kalan yabancı bir cumhurbaşkanı göreceğiz. Bu dedikoduların daha da yoğun olacağı anlamına geliyor. İşte seçimi kazandıktan sonra Malta’da ünlü bir Fransız işadamının yatında tatil yapması gündeme geldi. Bu Fransız toplumunun hiç alışık olduğu bir şey değildi. Fransız toplumunun bunu nasıl sindireceği önümüzdeki dönemde merakla beklenen konulardan bir tanesi.

Sarkozy, babası 17. yy da Macaristan’da Osmanlı akınlarına karşı savaşmış bir neslin çocuğudur. İşçi çocuğudur. Annesi ise Selanikli bir Yahudi ailenin hukuk öğrencisi kızıdır. Nazi kamplarından, Macaristan’dan kaçarak Fransa’ya yerleşmiş bir işçi çocuğudur. Fransız seçmenin gözünde Sarkozy karakteri şöyle algılanmaktadır. Dinamik, enerji dolu ve gençtir. Netice alma isteği vardır, hırslıdır. Sabırsız ve yarı otoriterdir. Kibirli ve popülist bir kişiliğe sahiptir. Reform yapmayı değil, devrim yapmayı sever. Fransa’nın artık reforma ihtiyacı yok, Fransa’nın devrime ihtiyacı var, demektedir. İddialı ve kararlı bir kişiliği vardır. Mitterand ve Chirac’a göre çok daha değişimcidir. Liberal fakat de Gaulle’cüdür. Biraz da devletçidir. Fransa’da demokrasinin iki güçlü ayağına inanır. Güçlü sağ, güçlü sol. Fransa’da demokrasiyi canlı tutacak en önemli unsurun bu olduğuna inanır. Sosyal devletten ödün vermeden yanadır. İşsizliği önleyebilmek için, göçmenlerin sorunlarını halledebilmek için sosyal devletin temel ilkelerinden bazılarından ödün verecektir. Göçmen politikalarında sertlikten yanadır. Güvenliği çok önemsiyor. Dış politikada kendisini ve Fransa’yı uluslararası aktör yapmak istiyor. Onun için Türkiye’nin AB üyeliğinin karşısında. Ekonomi, vergi ve işsizlik mücadelesinin kaçınılmaz olduğuna inanıyor. Alışılmış Fransa’yı değil daha sağ, daha dinden yana, daha Amerikancı bir Fransa’yı savunuyor. Avrupa’da İslam’ı değil, Fransa ve Avrupa’da Avrupa’nın İslam’ını savunmaktadır. Türkiye ile ilişkilerde ciddi bir viraja girilmiştir. Sertlik yanlısı ve Türkiye aleyhtarı politikalarıyla hemen yumuşama beklenmemelidir. Cumhurbaşkanlığı seçimi Türkiye açısından en kötü alternatif olarak görülmelidir.   Önümüzdeki müzakere dönemi içerisinde Sarkozy’nin karakterine, kişiliğine ait unsurları politikasında ve siyasetinde göreceğiz.  Bence artık Türkiye ile Fransa, AB ile Türkiye arasında çok daha reel çok daha gerçekçi bir zemine doğru gidiyoruz.  Kopenhag ve Mastrich kriterlerinden ziyade derin Avrupa’da kültür ve din farkı temel unsur haline gelmiştir. Sarkozy de bu noktadadır. Türkiye’deki son siyasi hareketlere baktığımızda da AB karşıtlarının temel argümanlarında bunun olduğunu görüyoruz. Fransız kamuoyu ile Türk kamuoyu arasında bir benzerlik oluşmaktadır.

ABD’nin Fransa’daki rolü hiçbir zaman tartışılamaz.  Sarkozy de Gaulle hayranı olarak Amerikancı olmakla birlikte AB’nin Amerikanlaştırılması sürecinde ya etkin rol oynayacak ya da bu süreci engellemeye çalışacaktır. Türkiye’yi de Amerikanlaştırma politikası içinde bir figür olarak görmektedir. Önümüzdeki günlerde Sarkozy ciddi anlamda Türkiye ile karşı karşıya gelecektir. AB’de Sarkozy’yi bekleyen en temel problemlerden birisi anayasasında din maddesi olacak mı, olmayacak mı? AB Anayasası Hıristiyan kültürden etkilenecek midir, ne derece etkilenecektir? Sarkozy ekibi bu unsuru öne çıkarmaktadır. Biz Hıristiyan kültüre sahibiz. Dolayısıyla Avrupa kültürü içinde Türkiye ve İslam kültürü din zorlukları yaşayacaktır. Bunun için Türkiye’nin yeri AB değildir. AB’nin sınırı Irak, İran ve Suriye olamaz diyor. AB’nin sınırını Fransız çocuklarına anlatamayız, demek suretiyle bir ajitasyon politikası uygulamaktadır.

Genişlemeden rahatsız olmakta, genişlemenin durması gerektiğine inanmaktadır. Avrupa-Akdeniz stratejik bölge işbirliği adı altında bir birlik önermekte ve bu birliğin başına da Türkiye’nin gelmesinin daha iyi olacağı noktasından hareket etmektedir. Bu argümanı güçlendirmeye çalışmaktadır. Türkiye Küçük Asya’dır, Avrupa değildir, demekte. Kapadokya halkının Avrupalı olabileceğini Fransız öğrencilere ben anlatmakta zorluk çekerim, diyecek kadar da siyasi arenada baskıyı ortaya koymaktadır. Oysa bugün Fransa’da herkes Türkiye’nin nerede olduğunu çok iyi biliyor. Burada gizli bir alay da sözkonusu. Oysa Sarkozy’ye göre sadece coğrafi değil, kültürel, dini ve aynı zamanda kimlik sorunu vardır. AB ile Türkiye’nin uyumunda bir kimlik sorunu vardır. Türkiye ile Fransa arasındaki temel ilişkiler Sarkozy’yi güç duruma itmektedir ve bugün sabah itibariyle Fransız iş adamlarının ortaya koyduğu tavır Sarkozy’ye geri adım attıracağa benzemektedir. Dedikleri de şudur. Türkiye ile Fransa arasında 10 milyar dolarlık ticaret hacmimiz vardır. Sayın Sarkozy sen bu gücü görmemezlikten gelemezsin. Onun için Almanya’da Merkel’in seçim öncesi uyguladığı politika ile seçim sonrası uyguladığı politika arasındaki politikacıdan devlet adamlığına dönüşümü senin yapman lazım noktasında bugün sabah da ültimatom derecesinde bir deklerasyon yayınladılar. Türkiye’ye böyle bakamazsın. Türkiye enerji havzaları, petrol havzaları ve Avrasya-Ortadoğu ilişkileri bakımından çok önemli bir noktadır. Türkiye’de Fransız şirketlerinin ciddi yatırımları vardır. Yabancı sermaye olarak girmek istemektedirler. Turizm açısından Fransızlarla anlaşmalarımız vardır. Dolayısıyla şu anda Türkiye hakkındaki politikalarımız değişti, demek suretiyle ültimatom niteliğinde şeyler yayınlamışlardır.

Fransa’da yaşayan 400.000 Türk maalesef Türkiye tarafından hiçbir argüman olarak değerlendirilmemiştir. Hâlâ biz Avrupa’daki Türklere Türkiye’de seçme hakkını dahi verememişizdir. Bu Türkiye adına ciddi bir kayıp. Ama özellikle Fransa’nın başını çektiği bir argüman da gelişmiştir şu anda Avrupa’da. Eğer Türklere Türkiye’deki seçimlere Fransa’da oy hakkı verilecek olursa bu millet çok politik bir millet, çok organize olabilen bir millet, çok disiplinli bir millet, tamamen entegrasyon politikamıza ters düşecektir, diye karşı çıkmaktadırlar. Bazı temel noktalarda haksız da değildir. Ama bizim bunu bir şekilde aşmamız gerekmektedir.

Sarkozy’li Fransa’nın Türkiye ile ilgili bir önemli sorunu Ermeni meselesidir. Bu Ermeni meselesini nasıl halledecektir, biraz önce ifade ettiğim gibi ulusal meclisinde kabul edilen, senatodan geçmesi beklenen sözde ermeni soykırımının inkarının suç sayılması ile ilgili yasa teklifine karşı olmadığı bilinmektedir. Ancak ne zaman senatodan geçeceği noktasında bir tarih ve işaret vermemiştir. Çözümün şöyle olması noktasında Sarkozy bir temel felsefe geliştirmeye çalışıyor. Tarihçilerin, araştırmacıların ve kişilerin bireysel olarak farklı tezler söylemesinin cezalandırılamayacağını, sadece soykırım aleyhine yapılacak gösteri ve yürüyüşlerin yasa ile yasaklanmasından yana olduğu mesajını vermiştir.

Seçim yorgunluğunu atmak için tercih ettiği tatil yöntemi Fransa’da tartışma konusu olmuştur. Bu tatili bile bize izleyeceği politikalar için önemli ipuçları vermektedir. İş dünyasını, ekonomi dünyasını görmemezlikten gelemeyecektir. Bütün bunlardan sonra Türkiye şunu unutmamalıdır. Sarkozy ve Merkel’li bir AB tam üyelik müzakere süreci daha da zorlaşmıştır. AB-Türkiye ilişkilerinde kriterlerde olmayan ama derin Avrupa politikalarının ve halklarının tarihsel şuur altlarında var olan en gerçekçi konuların tartışılacağı bir döneme doğru giriyoruz. Bu benim şahsi kanaatimdir. Bugüne kadar ki politik söylemler gerçekçilikten uzaktı. Hep iç politik malzemeydi, hep siyasi amaçlı konuşmalar ve görüşmeler yapılıyordu. Oy amacı vardı. Ama şimdi iki lider var. Biri Sarkozy. Saydığım özellikleriyle karşınızda duruyor. Bu iyi midir, kötü müdür? Ben iyidir diyenlerdenim. Benim saklayacak, gizleyecek hiçbir eksik tarafım yok. Türkiye için söylüyorum. Tarihimde, geçmişimde hiç kamburum yok. Uzlaşmacı, toleransçı, çoğulcu, demokratik kültüre sahip bir geleneğe sahibiz. Bizim birbirimizi anlayacak tarihi zeminimiz, tarihi tecrübemiz vardır. Ama Fransa ve Avrupa ile ilişkilerimizde ideal politik dönemden reel bir politik döneme giriyoruz. Erdoğan ve Sarkozy’yi bu durumu seven iki lider olarak görüyorum. Ve önümüzdeki dönem içinde AB-Türkiye ilişkilerimizin ve Fransa-Türkiye ilişkilerimizin sağlam durulabilirse, argümanlar rasyonel olabilirse, aydınlar ve düşünürler, ülkenin geleceğini tayin eden kanaat önderleri devreye girer, toplumlar farklılıklar içerisinde bir arada yaşamanın güzelliklerini ve modellerini ortaya koyabilirlerse medeniyetler adına çok önemli bir dönüşüm ve barış projesi gerçekleşebilir. Ama bunun tersi de mümkündür. Bu olaya hangi gözle baktığımızla alakalıdır.   


Dr Hasan Yavuz: 1984 yılında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde lisans eğitimini tamamladı. Bir süre Strazburg ve Brüksel’de parlamento muhabiri olarak çalıştıktan sonra 2000 yılında Marc Bloch Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde dinler tarihi alanında yüksek lisansını ve 2005 yılında da medeniyetler tarihi alanında doktorasını tamamladı. 2003 yılından beri Başbakan Müşaviri olarak Türkiye’de bulunan Yavuz, “Avrupa Birliği Ülkelerinde Din-Devlet İlişkileri” konusunda doçentlik çalışmalarını sürdürmekte ve Galatasaray Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde yüksek lisans ve doktora seminerleri vermektedir. Yavuz, Fransızca, Almanca ve Arapça dillerini konuşmaktadır.

Etiketler: