Farklılık ve Haklılık

Fethullah Gülen'in sürekli bir ‘farklılık' ve ‘ileride ortaya çıkacak haklılık' söylemine başvurması, hangi arzunun göstergesi?

Papatya falının temelinde insanın arzusu yatar. Platonik bir arzudur bu. ‘Seviyor, sevmiyor, seviyor, sevmiyor’ tedirginliğinde ve şüphesinde olmanın bizatihi kendisi, sevgilinin karşısına çıkmaya cesaret edememenin bir neticesidir. Arzu vardır, ama reddedilme kaygısıyla kendi sevgisini de, sevgilisinin hakikatini ve makbuliyetini de kavuşmuş olmakta değil, işaretlerde arar, işaretlerde bulmaya çalışır. Karşına tevafuken ya da tesadüfen çıkan olgularda, sevgisine dair uğur arar; her bir işaret sevgiliden gelen bir mesaj gibi görünür.

Bu tedirginlik dile de yansır ve neticede metonomik bir dil ortaya çıkar. Benzetme gayesi gütmeyen, ama kelimeleri sözlük anlamlarıyla da kullanmayan bir dil vardır platonik arzuda. Uğur aramalarda, bir takım olguları bir işaret olarak görmede bir eylem gerçekleşir nihayette; ama sevgilinin karşısına çıkmadan. Oysa sevginin de, sevgilinin de doğrulanması, yani sevgiliyle kavuşmuş olma, ne işarette ne de uğurdadır; doğrudan sevgiliyle karşılaşmakta, karşı karşıya gelip konuşmaktadır. Sevgiliye kavuştuktan sonra artık ne uğura ne de işarete ihtiyaç vardır.

Yine de bu arzuyu doğuran da, onun dilde metonomik bir şekilde ortaya çıkmasını sağlayan da “eksik”tir. “Eksik”, gediğini arzuda uğurlarla, dilde de benzetmenin aracılığına başvurmadan, kelimelerin muğlaklığından aldığı güçle gidermeye çabalar. Sevgiliyle kavuşmuş olma arzusunu, kendisinde değil, kendi dışarısında sergilemeye çalışır. Dışarısı onu doğrularsa, sevgiliyle hemhal olmuş bir ‘hal’de olacağını tasavvur eder. Dolayısıyla aslında uğur aramada da işaretler görmede de çoğaltılan ‘kendi’ndeki ‘eksik’lik (ikirciklik, tereddüt ve şüphe), dildeki metonomik ifadelerle izale edilmek, bu yolla da sevginin ve sevgilinin hakikati bir kez daha ilan edilmek zorundadır.

Fethullah Gülen’in sürekli bir ‘farklılık’ ve ‘ileride ortaya çıkacak haklılık’ söylemine başvurması, bu anlamıyla, Platonik bir arzudur. Farklılığını önce “Hu’nun limanına demir atmış olmak”la ilan eden, ancak Hu’yu kendi cemaatlerinin gücü, kuvveti ve cismaniyetiyle sınırlandırmış olma anlamına gelecek bu ifadede fazla ısrarcı olmayacağı tez zamanda belli olan Gülen, yine de uğur arayışını sürdürür. ‘Hu’ ile kuramayacağı ‘farklılığı’nı, Ahmet Kurucan’ın 18 Ocak tarihli Zaman’daki yazısından aktarırsak, ‘farkı görmek’le ifadelendirir: “Farklı gören farklılığını ortaya koymuş olur, kendini farklı gören de kendi kıymetine dokunmuş olur.”

Aynı yazıda “emin” olduğu söylenen, dolayısıyla üzerinde peygamberi bir sıfat taşıdığı ima edilen Gülen, aynı zamanda, “Zihninde var olan kurguları, kendisini tesir altına alan hadiseleri bilmeden anlamak neredeyse imkânsız” olan da birisidir; bu hadiseler ise “bazen lavaboya düşen sinek, bazen yere düşen bir yaprak, bazen tabii bir afet ve bazen de insanlığın geleceğini alakadar eden nice devasa hadiseler” olabilmektedir. Kısacası, Gülen’in, küçüğünden büyüğüne alemdeki hadiselere ‘nazar’ı da olan birisi olduğu söylenir. Kurucan bilir mi bilmem ama İslam geleneğinde bunun karşılığı ‘kutbiyet’tir.

Ancak tuhaf olanı şudur ki yine aynı yazıdan Gülen’in, bir dolu misafirin bulunduğu bir odada, tefe’ül yaptığını da okuruz.

Lavabodaki bir sinekten insanlığın geleceğini alakadar eden hadiselere kadar ‘nazar’ı olan Gülen’in tefe’ülünde Nahl Suresi 110. ayet çıkar: Allah’ın, “mihnet ve işkenceye, zulme ve baskıya uğradıktan” sonra “hicret” eden, daha “sonra mücahede edip sabredenlerle birlikte” olduğunu; “onların bütün bu güzel hareketlerine karşılık elbette onları bağışlayıp ihsanda” bulunacağını muştulayan bir ayettir bu. Ama hem ‘emin’ olmak gibi peygamberi bir sıfatı olan ve hem de ‘aleme nazar’ etme kudreti bulunan birinin, tefe’üle ne ihtiyacı olabilir? Zaten kavuşmamış mıdır böyle birisi ‘ihsan’a? Nihayette ‘hayra yormak’, ‘uğurlu saymak’ gibi anlamları yanında ‘fala bakmak’, ‘fal açmak’ anlamlarına da gelen tefe’ül, gelenekte, ‘Lisan’ül Gayb’ diye anılan Hafız Divanı etrafında gelişen, İslam topraklarında yaygın olarak yapılan, hatta internette Hafız divanı üzerinden ‘online’ versiyonlarına bile rastlanan bir hoşluktan başka bir şey değildir. Peygamberi bir sıfatı olan, aleme nazar edebilen birisi, artık kavuşmuşluk içre olduğundan, hele Kur’an üzerinden, tefe’üle hiç ihtiyaç duymaz. Tefe’ül, sevgili karşısında, utangaçlık, ikirciklik, sevgisini ‘dışardan’ bir vasıta ile doğrulama ihtiyacı gibi hususiyetler taşıdığından, aleme nazar edebilen birisi, bu ve benzeri vasıtalara gerek duymadan, söylenmesi gerekeni doğrudan söyler; söylenmesi gerekeni, ‘şahsı manevi’ üzerinden de olsa, başkasına söyletmeye de çalışmaz. (Tıpkı, mesela, “Gönül maksûdunu buldu, cihân envâr ile doldu / Bugün Nûri imâm oldu, uyan gelsin bu meydâne” diyen Abdülehad Nuri Sivasi gibi.)

Ne var ki Gülen’in ‘papatya falı’ burada da bitmez: bu kez, yine Ahmet Kurucan’ın aynı yazısından okuduğumuza göre, modern zamanlarda çeşitli vasıtalarla ‘tele-teknolojikleşen’ bir gösterinin de işaretini taşıyan bir şekilde, duvarda bulunan elektronik bir levhadan okunan Yavuz Sultan Selim’in “Padişah-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş / Bir veliye bende olmak cümleden evlâ imiş” beyiti eşliğinde, bir ‘dünyevi otorite’ ilanı duyarız. Der ki Gülen, elektronik levhadan bu beyiti okuduktan sonra, “Kaç tane veliyi üst üste koysanız bir Yavuz etmez. Hadiseleri çok iyi okuyan, tehlikeleri çok önceden sezen, Allah ile irtibatı kavi ender-i nâdirattan bir insan”. Gülen’in Üçüncü Köprü’nün adı konusundaki tartışmalara, “tek bir köprüyle bir sürü köprüyü yıkmayalım” diyerek katılan ve dolayısıyla köprüye ‘Yavuz Sultan Selim Köprüsü’ adının verilmesine itiraz eden birisi olduğunu unutmayalım öncelikle. Ancak, diyelim ki unuttuk ya da önemsemedik bu durumu ve burada Yavuz’un, son zamanlarda gündeme getirilen konulardan birisi olarak, Perslikle mücadele etmiş bir padişahı işaret ettiğini kabul ettik. Ancak sayısını bilmediğimiz veliden de üstün olan bir padişah olarak Yavuz’un ‘Kutsal Emanetleri’ Mısır’dan İstanbul’a getirmiş bir padişah olmasını da hesaba katmalıyız. Demek ki ‘papatya’nın yaprakları arasına bir de ‘dünyevi otorite’ olma iddiasını eklemek yanlış olmayacak burada.

CEMAAT OLMAK YA DA OLMAMAK!

Ama bütün bu ‘papatya fal’ları arasında başka bir şey daha duyarız. Bu kez, Ahmet Kurucan’ın 24 Ocak tarihli Zaman’daki yazısında dile getirilir bu söz. (Sanırım anlaşılmıştır: Ahmet Kurucan, kendi başına ilginç bir durum olarak, Gülen’in metonomik ifadelerinin vasıtası, her ne kadar Kurucan bunların şimdi alıntılayacağımız cümlelerde olduğu gibi mesela ‘edebi sanat’ olduğunu varsaysa da). Der ki Kurucan: “Edebiyatımızdaki cinas sanatını kullanarak söylediği son söz bana göre hepsinden daha önemli; ‘Allah’ın bitirdiğini kimse bitiremez.’ Evet, Allah’ın bitirdiğini kimse bitiremez. Çünkü O (cc) Allah’tır”. Burada, gerçekten anlaşılmaz gibi duran, Kurucan’ın “cinas” şeklinde edebi bir sanata bağladığı “Allah’ın bitirdiğini kimse bitiremez” cümlesi, görünüşteki bütün tuhaflığına rağmen, “Allah’ta bitmiş” olmaklığı ifade eder, herhangi bir kulun kendisine hiç bir şey yapamayacağı bir ‘hal’e ermiş olanı işaret eder. Bunun gelenekteki karşılığı, Allah’ta ‘fena’ bulmaktır. Yine de kişinin kendi seyri sülukuyla değil, Allah’ın istemesiyle oluşmuş bir ‘fena’ haline ermenin vaki olduğu ima edilir burada.

Süleyman Sargın, 31 Ocak 2013 tarihli Zaman’da yer alan “Cemaat Olmak” adlı yazısında, Gülen’in “Bugün, Abdülkadir-i Geylani gibi gavslar, ferd-i feridler de olsa, tek başlarına büyük muvaffakiyetler elde edemezler. Cemaate gelen lütuflar, ferdlere gelenden çok farklıdır. Dolayısıyla vifak ve ittifakı korumak, hizmet adına önemler üstü önem arz eder” dediğini yazar. Aslında (kaba ve normalde bile kabul edilemez olanlar bir yana) kendisi hakkındaki eleştirilere ‘manevi tazminat’ davası açtıracak denli ‘manevi’ olan Gülen’in kendi arzusundan kaynaklı, ancak sosyolojik olarak ‘maş’eri vicdan’, manevi olarak da ‘sahs-ı manevi’ diye adlandırdıkları kendi cemaatine atfederek yüklenmeye çalıştığı bütün o ‘makam’lara dair ‘papatya falı’nın arkasında burada dile getirilen inanç yatar. Hatta Şefkat Tepesi adlı dizideki insanın ancak nutkunun tutulacağı sahnelerin de, bu sahnelere dair yerlerde sürünen savunuların da. Değil mi ki ‘hizmet’lerinin ‘vifak ve ittifak’ı o sahneleri onayladı, gerisi boştur, furuattandır.

Ancak şunu bilmeleri gerekiyor: Abdulkadir Geylani, günümüzde dahi ‘ferdiyet’iyle vardır ve öyle “büyük muvaffakiyetler” peşinde hiç mi hiç olmadı. İkincisi, ‘ferdiyet’, geleneğe göre, peygamberler arasında, ‘ümmi’ olan Hz. Peygamber’in ‘makamı’dır. Kendisinden sonra başka bir peygamber gelmeyeceğine, kısacası ‘ferdiyet’ değiştirilemeyeceğine göre, hem İslami ilimleri hem de asri bilimleri bilecek kadar ‘alim’ olduğu da söylenen Gülen’in kendi üzerine oturmayan, başka bir alandan devşirilen, devşirilirken de kırıp dökülen bir dille ortaya çıkan bu büyük karmaya yol açan ‘papatya falı’ndaki arzusu, neyin işareti? Hele bir de Kurucan’ın 14 Şubat’taki yazısında söylendiğine göre, “yaşadıklarını anlatmaya” duran birisi ise?

[Star Açık Görüş, 16 Şubat 2014]

Etiketler: