TBMM Genel Kurulu'nda milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasına ilişkin Anayasa değişikliği teklifinin görüşmeleri başladı. CHP Milletvekilleri bir süre sonra Genel Kurul salonunu terketti. ( Raşit Aydoğan - Anadolu Ajansı )

Dokunulmazlık Meselesi ve CHP-HDP Yakınlaşması

Ak Parti karşısında seküler-sol bir tarihsel bloğun kurulması iki postmodern öznenin karşı karşıya gelmesi anlamını taşımaktadır. Bunun olabilmesi için CHP’nin Kemalizm saplantısından, HDP’nin de PKK’nın kontrolünden ve mevcut yönetici kadrosundan kurtulması gerekmektedir.

Bu hafta Meclis genel kurulunda yapılan dokunulmazlıkların kaldırılmasına yönelik oylamada CHP ile HDP arasındaki yakınlaşma, parti sistemi açısından Türk siyasetinde yeni bir dönemin eşiğinde miyiz sorusunu akıllara getirdi. Bu yakınlaşma dokunulmazlıklar bağlamında “Saray darbesi” söylemi etrafında şekillendi. CHP’li ve HDP’li temsilciler dokunulmazlık meselesini bu söylem temelinde anlamlandırma yoluna gittiler. Daha genel anlamda ise, “yeni Ortadoğu düzeni” bağlamında seküler-sol kimlik temelinde bu iki parti ve sosyolojilerinin bir araya gelip gelemeyecekleri bir süredir tartışılmakta. Uluslararası kamuoyunda kanaat önderi konumundaki bazı figürler tarafından bu iki aktörün İslami-tandanslı aktörleri bir blok oluşturarak dengelemeleri gerektiği fikri bir süredir işleniyor. Örneğin, geçtiğimiz aylarda bir pop entelektüel Med Nûçe kanalında Kemalistler, Kürtler ve solcuların Erdoğan’a karşı bir “tarihsel blok” kurmaları gerektiği çağrısı yapıyordu. Dolayısıyla, bir seküler-sol tarihsel bloğun kurulup kurulamayacağının ne kadar mümkün olduğu sorusu önem arz etmekte. Daha da spesifikleştirdiğimizde, bu tarihsel bloğun konjonktürel bir birliktelik olmaktan öteye giderek kapsamlı ve kalıcı bir siyasi projeye dönüşüp dönüşmeyeceği hususu önem kazanıyor.

AK PARTİ’NİN ONTOLOJİK MEYDAN OKUMASI

Modern siyasette gelinen nokta, belli bir ekonomik ya da sosyo-kültürel sınıfa dayanan evrensel ve tarih-dışı siyasi öznelerin -mesela proletarya- yerini daha değişken ve amorf siyasi öznelere bırakmış durumda olmasıdır. Bu yeni siyasi özneler, dünyada farklı toplumsal bağlamlarda siyaseti belirleme noktasına geldiler. Mesela, bu yeni siyasi özne tipine AK Parti iyi bir örnek teşkil etmektedir. Erdoğan ve arkadaşlarının Fazilet Partisi’nden ayrılıp AK Parti’yi kurmaları yeni bir partinin kurulmasından ziyade, modern bir siyasi özneden postmodern bir siyasi özneye tarihi bir geçişi simgelemekteydi. Bu hem Milli Görüş geleneği hem de Türkiye siyaseti açısından tarihi bir kırılma anıydı. Gerçekten de, AK Parti farklı ekonomik ve sosyo-kültürel arkaplana sahip bireylerin ve değerlerin belli bir söylem etrafında bir araya gelerek oluşturduğu tarihi-kurucu bir siyasi özne özelliği göstermektedir. Bu haliyle belli bir ekonomik sınıfa, siyasi görüşe ya da sosyo-kültürel statüye indirgenmesi pek mümkün değildir. Tam da bu sebeple, eski ideolojik şablonlar bir siyasi gerçeklik olan AK Parti hareketini tanımlama konusunda eksik kalmaktadır. Daha spesifik olarak, AK Parti sağ bir parti olmadığı gibi, tam anlamıyla İslamcı bir parti de değildir. Şimdiye kadar duyulmamış “muhafazakar-demokrat” ibaresinin kullanılması partinin eski kavramlarla tanımlanmasının imkansızlığını açık şekilde ortaya koymaktadır. Yine aynı şekilde AK Parti, değişen şartlar altında kendini farklı formatlarda yeniden üreten, yeni ittifaklara girişen, her seferinde farklı toplumsal kesimleri farklı bütünlükler altında bir araya getirme kabiliyetine sahip elastik bir siyasi özne özelliği göstermektedir.

Son 13 yılda Türkiye tarihi esasında, bu yeni siyasi özne tipi karşısında eski tip siyasi öznelerin çaresizliğine şahit oldu. Daha açık bir ifadeyle, “yeni Türkiye” ile “eski Türkiye” arasındaki mücadeleyi bir bakıma iki farklı tarihi döneme ait ya da varoluşsal niteliğe sahip -modern ve postmodern- siyasi özne arasındaki bir mücadele olarak tanımlamak mümkündür. CHP ve MHP eskide ısrar ederken, HDP arkasındaki entelektüel sermayenin de yardımıyla bu yeni döneme zaman zaman uyum sağlama eğilimi gösterdi. “Türkiyelilik” söylemi etrafında modern etnik Kürt kimliğini aşan ve bunun ötesindeki talepleri de kendi çatısı altında bir araya getirme becerisi gösteren bir siyasi özne oluşumuna şahit olduk. Bu siyasi özne sürdürülebilseydi, hiç şüphesiz, diğer partilerden kopmalarla ülke siyasetinde çok daha etkin ve merkezi bir konuma gelebilirdi. Daha da spesifikleştirecek olursak, “direnen” karşı-hegemonik bir özneden hegemonik toplum kurucu bir özneye zamanla evrimleşmesi söz konusu olabilirdi. Ne yazık ki, 7 Haziran sonrası PKK’nın, muhalefet için bir fırsat olan bu durumu kendisi için bir tehdit olarak görmesiyle -kendisi de modern bir siyasi-silahlı özne olan PKK’nın HDP’den rahatsız olması gayet doğaldı- HDP projesinin ipini çekti. “Emanet oylar” tartışmasında partiye haddini bildiren, kendi terör ve şiddet politikalarına angaje eden ve en son dokunulmazlıkların kaldırılması konusunda Meclis’te kalmaları için üstenci bir dille “uyaran” örgüt, HDP’yi doğmadan öldürmüş oldu. HDP’li yöneticilerin buna hiç direnmemiş ve hatta kapı aralamış olmaları şaşırtıcıydı, öyle ki, 7 Haziran’da HDP’yi destekleyen şehirli-eğitimli kesimler için bu çok büyük bir hayal kırıklığına dönüştü.

CHP’nin Kemal Kılıçdaroğlu’yla yapmaya çalıştığı da bir bakıma bu yeni postmodern siyasi öznelik durumuna uyum çabası olarak okunabilir. Kılıçdaroğlu göreve gelir gelmez CHP’nin kendisini tanımladığı tarih-dışı söylemle arasına mesafe koyarak, yeni bir söylemle toplumsal alanda nüfuzunu artırmak istedi. “Gandi Kemal” figürünün somutlaştırdığı bu açılım en temelde, ekonomik yoksunluk ve demokrasi eksikliği gibi gösterenleri AK Parti’nin elinden kapmaya çalıştı. Gerçekten de AK Parti, “adalet” -yani  toplumsal dışlanmışlık ve demokrasi eksikliği- ve “kalkınma” -yani ekonomik geri kalmışlık ve dengesiz yeniden paylaşım- gösterenleriyle kendisini inşa etmişti. Ancak, ideolojik saplantılı parti tabanının bu yeni açılıma bir türlü ikna edilememesi, entelektüel sermaye ve destek eksikliği, AK Parti’nin doğru karşı siyasi hamleleri, HDP’nin benzer atılımlar içerisinde olması ve parti yönetimindeki zafiyetler nedeniyle bu yeni söylem ve siyasi özne CHP zemininde tutunamadı. Dolayısıyla, son dönemde Cumhuriyetin fabrika ayarlarına dönme, altı oku yeniden partinin kurucu ideolojisi haline getirme gibi argümanlar ön plana çıkmaya başladı. Bu bir nev-i başarısızlığın, yeni döneme adapte olamamanın açıktan ilanıydı.

MHP’de son dönemde yaşanan krizler de bu iki özne tipinin mücadelesinin yarattığı gerilime nispetle anlaşılabilir. MHP tarih-dışı etnik bir kimlik temelinde kendini tanımlayan bir siyasi özne özelliği göstermektedir. Tarih-dışı bir hakikate sahip olmayı ve köklere sadık kalmayı bir üstünlük vesilesi olarak gören, ancak bunun karşısında sürekli bir şekilde kaybeden bir aktörün yaşadığı buhranları bünyesinde taşımaktadır. Tüm hesapların AK Parti’nin başarısızlığına ve “eski Türkiye”nin yeniden tesis edilmesine bağlandığı MHP’de, AK Parti’nin değişken yapısının beklenen çözülmeyle bir türlü karşı karşıya kalmayışı ve ilerlemesini sürdürmesiyle büyük bir hayal kırıklığı uğradı. Ve sonunda bu hayal kırıklığı, partide bir başkaldırının ortaya çıkışına şahit oldu. Ancak işin ironik tarafı partili muhaliflerin Devlet Bahçeli’ye meydan okumaları postmodern bir özne olarak AK Parti karşısındaki çaresizlikten kaynaklansa da, çıkış yolu olarak önerdiklerinin Bahçeli’den pek de farklı olmamasıydı. Bu nedenle siyasette oldukça sınırlı bir heyecan yarattıklarını söylemek gerekir. Gerçi MHP’nin parti tabanının ideolojik katılığı nedeniyle, böylesi bir dönüşüm hamlesinin ne denli sahiplenileceği de ayrı bir soru işaretidir.

POSTMODERN BİR SİYASİ ŞABLONA DOĞRU MU?

CHP-HDP konjonktürel de olsa yakınlaşması ve bir tarihsel blok kurma ihtimalleri, Türkiye’de iktidar mücadelesinin cereyan ettiği siyasi şablonun değişmesi anlamına gelmektedir. 1990’lara kadar modern siyasi özneler arası çatışma bu şablonu tanımladı. Sol ile sağ, Kemalizm ile İslamcılık ve Kürt milliyetçiliği mücadelesi gerçekleşti. Bu öznelerin hepsi kendilerini tarih-dışı bir kimlik zemininde temellendiriyorlardı ve bir asr-ı saadet algısına sahipti. Kemalizm için 1930’lar, Milli Görüş için Medine toplumu ya da Osmanlı, Kürt milliyetçileri için ise Medler benzer bir rol oynuyordu. Bu modern siyasi öznelerin mücadeleleri de olabildiğince sert ve dışlayıcı bir şekilde cereyan etti.

2000’lerde bu şablon büyük bir dönüşüme uğradı. Bir tarafta büyük ölçüde postmodern bir siyasi özne olarak AK Parti, diğer tarafta ise modern öznelerden oluşan, birbirinden ayrışık bir muhalefet bloğu ortaya çıktı. Bu şablonda AK Parti, diğerlerini kendine benzemeye zorladı. Belli dönemlerde rakiplerine doğru hamleler yaparak, kimlik sınırlarının o kadar da katı olmadığını ve dışlayıcılığın aşılabileceğini gösterdi. CHP, PKK çizgisindeki Kürt partileri (HDP) ve hatta MHP dahi bu baskıya boyun eğmek zorunda kaldılar. Kendilerini yeniden tanımlama yoluna gittiler. Ancak eski aşkın ve tarih-dışı kimlik zeminleri bu mücadelede sarsılmış olsa bile farklı nedenlerle yeniye bir türlü geçiş yapamadılar. Geçiş yapamamaları mücadeleyi sürekli olarak kaybetmelerine, sürekli kaybetmeleri de kendilerine olanı güveni yitirerek tek bildikleri doğruya daha sıkı sıkıya sarılmalarına sebep oldu.

Dolayısıyla, AK Parti karşısında seküler-sol bir tarihsel bloğun kurulması iki postmodern öznenin karşı karşıya gelmesi anlamını taşımaktadır. Bunun olabilmesi için CHP’nin Kemalizm saplantısından, HDP’nin de PKK’nın kontrolünden ve mevcut yönetici kadrosundan kurtulması gerekmektedir. Bu siyasi varlığını ve kendini tanımladığı kimlik zeminini tarih-dışından tarihin içine çekmeyi, toplumsal gerçeklikle sahici bir ilişki kurmayı ve buradan hareketle yeni söylemler etrafında bir toplumsal projeye sahip bir siyasi özne kurmayı kapsamaktadır. Daha açık bir ifadeyle, CHP ile HDP arasında dokunulmazlık konusunda yaşanan yakınlaşma ampirik-pratik düzeyde kalmaktadır. Bu iki aktörün bir araya gelmesini engelleyen engel daha çok ontolojik düzlemdedir. Bu da tam olarak, tarih-dışında kendilerini tanımlamaları ve sosyal gerçekliğe “dışarıda” olan bir şeymiş gibi yaklaşmalarından kaynaklanmaktadır. Bu, birbirine kapalı iki bütünün sadece ve sadece stratejik biraradalığı demektir. Dolayısıyla, bu ikilinin kendilerini aşan tek bir bütünlük ortaya koymaları şu an için zor gözükmektedir.

İKİ-PARTİLİ SİYASİ YAPININ GEREKLİLİĞİ

Oysa böylesi bir geçiş -yani iki postmodern siyasi öznenin kapıştığı bir siyasi şablon- Türkiye siyasetini oldukça rahatlatacaktır. Bu rahatlamanın iki boyutu bulunmaktadır. Öncelikle, Türkiye siyaseti kendi içine kapanan ve kendi varlığını görecelileştiremeyen siyasi öznelerden kurtulacaktır. Bu, akışkan ve dinamik bir hal alan küresel kültürel, ekonomik ve siyasi şartlar altında ülkenin saygın bir konuma sahip olmasının ve varolma mücadelesinin başarıya ulaşmasının olmazsa olmaz şartıdır. Sevindirici olan, toplumun en azından belli bir kesiminin siyaset kurumuna bu yönde bir baskı yapmaya başlamış olmasıdır. Gezi’de bir araya gelenlerin hedefinde CHP gibi modern siyasi öznelerin de yer almış olması bunu göstermektedir. Yine, CHP’nin seçmenini sadece negatif siyaset yoluyla tutacak konuma gelmesi ve oluşan apati nedeniyle sandığa gitmeleri konusunda motive etmede yaşadığı sıkıntılar bu yüzdendir. Aynı şekilde, özellikle bireyselleşmenin son sürat devam ettiği muhafazakar sosyolojide AK Parti’ye yönelik demlenmekte olan dip muhalif dalga da yine siyaset kurumu içerisinden değil sosyolojiden gelmektedir. Bu muhalif dalganın zamanla etkisini daha da artıracağını kestirmek zor değildir. Bu, AK Parti ve Erdoğan açısından da ne denli postmodern bir siyasi özne olduğunun da bir testi olacaktır. Neticede, tüm siyasi partilerin anlamını ve varlığını devam ettirebilmek için bu yeni küresel şartlara uyum sağlamaları gerekmektedir. Bu şartlara uyum süreci ister istemez ülkede iki partili bir siyasi yapıya -tam olarak AK Parti’nin karşısında pozitif bir siyaset önerisi olan başka bir siyasi oluşumun ortaya çıkışına- doğru evrilme eğilimi gösterecektir.

İkinci olarak, çift-partili bir parti yapısı siyaset kurumunda daha fazla istikrar anlamı taşımaktadır. Bu durum özellikle başkanlık sistemine geçilmesiyle çok daha kritik bir önem kazanacaktır. Başkanlık sisteminin muntazam bir şekilde işleyebilmesinin en önemli şartlarından bir tanesi parti sisteminin güçlü olmasıdır. Bu tam olarak, yasama organında büyük çoğunlukları bir araya getiren ve parti disiplinine sahip partilerin varolması demektir. Yasama organı içerisinde böylesine güçlü partilerin ortaya çıkmaması, başkanın ülke yönetimi için gerekli gördüğü yasaları çıkaramaması anlamına gelecektir. Durağanlık (immobilite) olarak tanımlanan bu problem, başkanlık sistemi ile yönetilen ülkeler için önemli bir sıkıntı oluşturmaktadır. Bu, parlamentonun aksadığı topal bir yönetim sistemiyle yönetilmek demektir. Daha da kötüsü böyle bir parlamento yapısı başkanı sistem içerisinde tek başına bırakarak bürokrasi ve sokak muhalefetinin önüne atacaktır. Son 20 yılda Latin Amerika’da başkanlık sistemlerinde sıkça yaşanan yönetim krizinin en başta gelen sebebi budur. Ve bu krizler genellikle parti sisteminin zayıf olması ya da dağılması sonucunda meydana gelmektedir. Dolayısıyla, muhalefetin ikinci bir AK Parti çıkarması ve bu partinin postmodern özellikleriyle iktidar değişimini demokratik bir siyaset açısından ele alması sistemi rahatlatacaktır. 1981’de başkanlığın sağdan sola barışçıl bir şekilde el değiştirdiği Fransa, bu açıdan bir başarı hikayesi olarak zikredilebilir ve örnek alınabilir.

[Star Açık Görüş, 22 Mayıs 2016]

Etiketler: