AFP PHOTO / OZAN KOSE

Dış Politikada Denge Siyasetine Geçiş mi?

Bugün için Türkiye açısından en öncelikli konu ABD, Rusya ve AB arasında dengeli bir ilişki tutturabilmektir. Bu aktörlerden en az ikisi ile geliştirilebilecek iyi ilişkiler Türkiye’nin istikrarı açısından önemlidir.

Türkiye 2004-2013 yılları arasında, bölgesinde düzen kurucu aktör olma iddiası ile oldukça idealist bir dış politika vizyonu benimsedi. Bu doğrultuda bölgesel birçok krizde arabulucu ve sorun çözücü üçüncü taraf rollerinde yer aldı. Kapsayıcı platformlarla bölgesel işbirliği ve ticaret imkanları geliştirilmeye çalışıldı ve bu konuda Arap isyanlarına kadar kayda değer başarılar elde edildi. Bölgesel ortam da Türkiye’nin böylesi bir stratejiyi benimseyebilmesine imkan sağlıyordu. Türkiye’nin geleneksel Batılı müttefikleri ile belirli düzeylerde eşgüdümü söz konusu idi. Türkiye’nin kendini tehdit eden melez siyasi yapılarla ve terör örgütleri ile çevrelenmeye başlaması Türkiye’nin doğrudan askeri olarak da sahaya inmesini zorunlu kılmıştır. Gecikmeli de olsa kendi öncelikleri doğrultusunda sahaya inmesiyle Türkiye, özellikle 2014 ortalarından itibaren küresel ve bölgesel aktörlerle daha gerilimli bir ilişki düzlemine geçirmiştir. Ancak Türk dış politikasının kendisini bu yeni ilişki biçimine uyumlu hale getirme çabası 2016 yılının ikinci yarısından itibaren hayata geçirilmeye çalışılmıştır. Türk dış politikası hızla küresel ve bölgesel aktörler arasında denge siyasetini merkeze alan daha pragmatik bir yaklaşıma evrilmektedir. Türkiye’nin özellikle son bir yılda yaşamakta olduğu iniş-çıkışlar ve hayal kırıklıkları, bu yaklaşıma uyum sağlama çabalarının sancısıdır.

Türkiye, özellikle Suriye’deki iç savaşın derinleşmesi ve Irak’ta terör örgütlerinin zeminlerini güçlendirmelerinin ardından istikrarsızlaşma tehlikesini doğrudan hissetmeye başladı. Bölgede çöken/çökertilen devletler nedeni ile ortaya çıkan istikrarsızlık ortamı Türkiye’yi de hızla içine çekmeye başladı. Terör örgütleri Türkiye’nin güney sınır hattı boyunca kendilerine daha elverişli yayılma alanları buldu. NATO ise bu değişim trendine büyük ölçüde sessiz kaldı, yalnızca DEAŞ ile mücadele konusunda önlemler alındı. Türkiye’yi hedef alan PKK, DHKP-C ve FETÖ gibi örgütlere karşı ise büyük ölçüde kayıtsız kalındı. NATO müttefiklerinin bu tavrı, Türkiye’nin güvenlik ve dış politika konularında yalnızlaşmasına neden oldu. Terörle mücadele konusunda yalnızlaştırılmak bir çeşit cezalandırma yöntemine dönüştü. Bu sayede Türkiye’nin klasik ittifak sistemine dönüp kendisi için tanımlanan rolü daha aktif bir şekilde oynaması beklendi. Türkiye bu yeni döneme uyum sağlama konusunda sıkıntılar yaşadı.

Müttefiklikten çevrelemeye  Amerikan tarihinin dış politika açısından en ikircikli, liberal görüntü altında ultra realist politikalar benimseyen başkanı Obama, başkanlığının ilk döneminde Türkiye’yi model ortak olarak tanımladı.  Ancak Obama yönetiminin bölgesel öncelikleri 2012’den sonra dramatik bir şekilde değişti. Bu değişimde Amerika’nın Bingazi’deki diplomatik temsilciliğine 2012 Eylül’ünde yapılan ve büyükelçisinin ölümüyle sonuçlanan saldırının önemli rolü olduğu iddia edilmekte.  2014 sonrasında Türkiye’yi dört koldan çevrelemeye çalışan yeni bir politikaya geçiş yaptı.  Obama yönetiminin Suriye’de terör örgütü DEAŞ’a karşı diğer bir terör örgütü PYD/YPG ile ittifak kurması Türkiye açısından önemli bir kırılma noktası oldu. PYD’ye yönelik Amerikan desteği PKK ve hatta Türkiye’yi hedef alan diğer terör örgütlerini de cesaretlendirdi. PKK, 2015 yazında çözüm sürecini bitirerek Türkiye’ye karşı terör eylemlerini yeniden başlattı.  DEAŞ da eş zamanlı olarak Türkiye’ye karşı terör eylemlerini artırdı. ABD’nin Türkiye aleyhindeki tavrı, FETÖ’yü dahi cesaretlendiren temel faktörlerden biri olmuştur.

Obama’nın bu dış politika yaklaşımı yalnızca Türkiye’ye özel bir durum değildi. Obama yönetiminin özellikle ikinci dönemi ABD’nin Türkiye, Suudi Arabistan, İsrail, Ukrayna gibi geleneksel müttefikleri açısından bir kabus dönemi iken, İran, Küba, Rusya gibi küresel hasımları açısından tam bir bahar dönemiydi. Ortadoğu’da Sünni ülkelerin İran eksenli bir Şii hilali ile çevrelenmesi projesi tam anlamı ile Obama döneminde hayata geçirildi. İran nükleer müzakereleri, Irak’ta meydana gelen siyasi gelişmeler ve ABD’nin Irak’tan çekilme kararı İran’ın önünü açtı. “Eski müttefiklerini- eski hasımları ile dengeleme stratejisi”, Amerika’nın geleneksel müttefikleri açısından oldukça maliyetli oldu. Ancak tüm aktörler ABD’nin bu yaklaşımını dengelemek için yeni arayışlar içine girdi. Türkiye’nin denge stratejisi de böyle bir arayışın sonucunda ortaya çıktı.

Türkiye karşılaşmış olduğu sorunların üstesinden gelebilmek için işbirliği yapabileceği yeni partnerler arayışı içine girdi. Türkiye’nin son dönemde Rusya ile ilişkilerini geliştirme çabaları ve Şangay İşbirliği Örgütü ile temasları bu arayışın doğrudan bir sonucu olarak ortaya çıktı. Nitekim Türkiye’nin Suriye sınırını terör unsurlarından temizlemeyi amaçlayan Fırat Kalkanı Operasyonu, Rusya ile varılan mutabakat neticesinde mümkün oldu. Türkiye’nin dış politikasındaki yeni işbirliği arayışı kısa vadede Türkiye’yi yeni bir ittifak sisteminin parçası haline getirmeyi hedeflememektedir, ancak mensubu olduğu ittifak sistemi ile daha mesafeli bir konuma gelmesine neden olmaktadır. Türk dış politikasının bu yeni ve zorunlu yönelimi uzun vadede yeni stratejik ittifakların parçası olmasına neden olabilir. Ancak kısa ve orta vadede güvenliğini tekil kaynağa bağlamak yerine daha dinamik bir denge siyasetini benimsemesi çok daha muhtemel bir yaklaşım olacaktır. Türkiye yakın vadede Rusya ve ABD gibi küresel aktörle arasında belli bir denge siyaseti oluşturmaya çalışacaktır. Bu siyasetin makul düzeyde seyredebilmesi için bu aktörlerin Türkiye’yi doğrudan hedef alan yaklaşımlar içerisine girmemeleri gerekmektedir. Bölgesel düzlemde ise mezhepsel söylemle seyreden İran yayılmacılığını dengelemek Türkiye açısından önemli bir öncelik olacaktır.

AK Parti dönemi Türkiye dış politikasının önceliği, ilişkilerini çeşitlendirerek, kendi ekseninde müstakil bir dış politika geliştirmekti. Türkiye özellikle çevresindeki bölgelerdeki ülkelerle sorunlarını azaltarak bu ülkelerle doğrudan siyasi, iktisadi ve kültürel bağlar oluşturulmaya çalıştı. Bu çeşitlendirme politikası, mümkün olduğunca üçüncü ülkelerin çıkarlarının aleyhine şekillendirilmeme üzerine geliştirildi. Türkiye’nin geleneksel müttefiklerine bağımlılığını da mümkün olduğunca azaltmayı hedefleyen bu yaklaşım tarzı müttefik aktörleri de ikinci plana itti. Türkiye bu stratejisi ile dış politikasının eksenini, başka mecralara kaydırmaktan ziyade kendi çıkarları ve öncelikleri ekseni doğrultusunda oturtmaya çalıştı. Bu oldukça maliyetli bir politikaydı ancak zamanla Türkiye etrafında yeni bir eksenin oluşmasının önünü açmıştı. Bu politika Türkiye’nin geleneksel müttefikleri ve bu müttefiklerin yerel muhiplerince eleştirilirken eksen kayması söylemine sıkça muhatap oldu.

Türkiye’nin müttefikleri “eksen kayması”, “yeni-Osmanlıcılık” ve “Ortadoğulaşmak” gibi söylemlerle bu dış politika yaklaşımı üzerinde baskı oluşturmaya ve Türkiye’yi yumuşak bir şekilde çevrelemeye çalıştılar. Türkiye’nin müttefikleri, özellikle de Amerika açısından kırılma noktası ise Türkiye’nin Suriye iç savaşına doğrudan müdahil olmaktan kaçınması idi. Daha önce 2003 Irak işgali sırasında Türkiye’nin desteğini alamayan Washington yönetimi açısından, Türk ordusunun Suriye’ye ABD ittifakı çerçevesi içerisinde doğrudan müdahil olmaması bardağı taşıran son damla olmuştu. Washington da kendi öncelikleri doğrultusunda hareket etmeyen bir müttefikin ne ölçüde gerekli olduğunu sorgular hale geldi. Erdoğan ve AK Parti hükümeti ile ilişkiler ise oldukça gerilimli bir döneme girdi.

Üç aktörle dengeli ilişki

Rusya ile uçak krizinden sonra yaşanan gerilimli ilişki dönemi ise Türkiye açısından oldukça sıkıntılı bir süreç oldu. Türkiye 2015 başlarından itibaren hem ABD ile hem de Rusya ile gerilimli bir döneme girdi. Üstelik AB de bu dönemde Türkiye’yi dışlayıcı bir yaklaşım belirlemişti. Bütün bu faktörler yan yana gelince aktörlerin her biri Türkiye’nin kırılganlığından istifade ederek kendi ekseninde hareket etmesi için çaba sarf etti. 15 Temmuz FETÖ’cü darbe girişimi böylesi kırılgan bir dönemde ortaya çıktı. Bugün için Türkiye açısından en öncelikli konu bu üç küresel aktör arasında dengeli bir ilişki tutturabilmektir. Bu aktörlerden en az ikisi ile geliştirilebilecek iyi ilişkiler Türkiye’nin istikrarı açısından önemlidir. Bu aktörlerden ikisini karşısına alıp yalnızca biri ile iyi ilişkileri olan bir Türkiye bu aktöre fazlaca bağımlı hale gelir ve bu da Türkiye’nin ulusal çıkarlarına hizmet etmez. Türk dış politikası açısından önümüzdeki dönemin kilit kavramı denge siyaseti olacaktır.

Türk dış politikasının özellikle Obama başkanlığının ikinci yarısında tanıklık etmiş olduğu çalkantılı dönem, aslında bu yeni dış politika yaklaşımına uyum sancılarının yansımasıdır. Trump döneminde iki ülke arasındaki ortak çıkarlar zemininde daha rasyonel bir politikanın oluşma ihtimali mümkündür. Öte yandan Rusya lideri Putin ile özellikle Suriye’de varılan mutabakatın Türkiye’nin güvenliği açısından olumlu sonuçları olabilir. Bu işbirliği diğer konulardaki istikrarsızlıkların giderilmesine de yardımcı olabilir. Türkiye açısından öncelikli politika ise konu bazlı müttefiklerinin sayısını artırarak birbirleri ile tam örtüşmeyen konu bazlı ittifaklar arasındaki hassas dengeyi yönetebilmekti. Türkiye’nin orta vadeli diğer bir önceliği ise savunma ve ekonomi alanlarında dış etkilere bağımlılığı mümkün olduğunca azaltmak olmalıdır. Türkiye, diplomasinin çok daha hassas yürütülmesi gereken yeni bir döneme girmektedir.

[Star Açık Görüş, 8 Ocak 2017]

Etiketler: