Devletin Yenilenmesi Halkın Özneleşmesi

Cumhurbaşkanlığı sistemi halkın bir siyasi özneye dönüşmesini kolaylaştıran ve millet iradesinin yönetime direkt yansıdığı demokratik bir yönetim şeklidir.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan geçtiğimiz hafta katıldığı bir etkinlikte “Faiz meselesini çözmemiz gerekiyor. Yalnız olduğumu biliyorum ama mücadelemi sürdüreceğim, kararlıyım” şeklinde konuştu. Bu bir ilk değildi. Daha önce 2005’te Diyarbakır’da “Kürt sorunu benim sorunum” dediğinde ve 2012’de “dindar bir gençlik yetiştirmek istiyoruz” çıkışında da yalnızdı. 2009’da Davos’ta İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e “one minute” resti çektiğinde de, 2016’da BM Genel Kurulu’nda “dünya beşten büyüktür” şeklinde seslendiğinde de yalnızdı. Darbeci Sisi’nin katliamlarına “rabia” ile karşılık verdiğinde ve “Esad bir katil” dediğinde de yalnızdı. Bürokrasi ve sivil topluma yuvalanan FETÖ ile mücadelede de en başından itibaren yalnızdı ve halen yalnız.

Peki, Erdoğan neden bu kadar yalnız? Erdoğan’ın yalnızlığı, karşı çıktığı unsurlarda gizli. Faiz, günümüzün hakim kapitalist toplumsal düzeninin en önemli yapı taşlarından bir tanesi. Kürt varlığını reddeden Kemalist milliyetçilik ve dinin kamusal işlevini reddeden Kemalist laikçilik de Türk toplumsal düzeninin en başat iki unsuruydu. Kemalizmin tasfiyesiyle onun yerini dolduran FETÖ de tüm sapkın unsurlarıyla ülkenin yapısal bir unsuru haline gelmişti. Sisi ve Esad’a kol kanat geren, Irak’ı ve Libya’yı yakıp yıkanların halkı dışlayan otoriterliği de Ortadoğu bölgesel düzeninin temel yapı taşı. İsrail’e sınırsız dokunulmazlık sunan ve dünyayı beş güce indirgeyip koskoca İslam dünyasını dışlayan anlayış da sömürgeci küresel düzenin yapısal unsurları.

LİDERİN KADERİNDE YALNIZLIK VARDIR

Ancak her ne kadar sitemkar konuşsa da Erdoğan’ın yalnızlığı pek yadırgadığını söyleyemeyiz. Çünkü Erdoğan şunun açık bir şekilde farkında: Liderin kaderinde yalnızlık vardır. Mevcut düzene karşı çıkanın, yani tarihin yönünü değiştirmek isteyenin payına düşen yalnızlıktır. Daha da önemlisi, lider olmak ancak yalnız kalarak ve bunu kabullenerek mümkündür. Gerçekten de, Fatih Sultan Mehmet Han’dan Mustafa Kemal Atatürk’e, Napolyon Bonapart’tan Charles De Gaulle’e, Abraham Lincoln’den Franklin D. Roosevelt’e, Büyük Petro’dan Vladimir Lenin’e devlet kurmaya girişen tüm liderler farklı şekillerde de olsa “mutlak yalnızlığı” tatmıştır.

Lakin liderin yalnızlığı toplumdan bir soyutlanma şeklinde değildir. Tam tersine, liderin yalnızlığı fazlasıyla toplumun içerisinde olmasından kaynaklanır. Bu durum, liderin düşüncesinde ve eylemlerinde kendisini ele verir. Düşünce ve eylemlerinde kendisinden önce gelene, alışılmış olana yabancılık ve onu hiçe sayarak dönüştürme göze çarpar. Bu peygamberane gariplik, kurulu düzeninin mensuplarının tepkisini çekerken, düzenin dışladığı geniş halk kitlelerini ise peşinde sürükler. Düzen mensuplarının gözünde bir “canavar,” halkın gözünde ise bir “kahraman”dır. Hiç şüphesiz, Türkiye’de muhalefetin ve “uluslararası toplum”un Erdoğan’ın sarsıcı her hamlesinden sonra yerinden zıplayarak “Erdoğan toplumu kutuplaştırıyor” ya da “Der diktator!” şeklinde haykırmaları da, buna karşı geniş halk kitlelerinin “Dik dur eğilme bu millet seninle” sloganı atmaları da şaşırtıcı değildir.

SİYASETİN İKİ MOMENTİ

Erdoğan etrafında şekillenen bu keskin ayrışmanın ortaya koyduğu ilginç fakat kafa açıcı bir durum söz konusu. Muhalifler siyaseti salt “eşitler arasında bir yönetim” olarak görüp Erdoğan’a yüklenirken, Erdoğan taraftarlarının bir kısmı ise siyaseti salt “liderin öncülüğünde hiyerarşik bir yönetim” olarak algılama eğilimdeler. Oysa siyaset bu iki momenti de kapsayan ve bu iki yönetim tarzı arasında dönemsel gel-gitler yaşayan bir doğaya sahiptir. Daha açık bir ifadeyle, siyasetin iki momenti vardır: Siyaset-öncesi ve siyasi yönetim.

Siyaset-öncesi momentte kurumsal düzenin çöküşü ve yönetimin şahsileşmesi söz konusudur. Siyasi yönetim momenti ise yöneten ile yönetilenin aynı insanlar olduğu, yani halkın kendi kendisini yönettiği durumu ifade eder. Her devlet, siyaset-öncesi evreden geçerek siyasi yönetime ulaşır. Yani, her devletin bir kökeni vardır ve bu köken bir kişiye ya da bir lider grubuna dayanır. Bununla birlikte, her devlet siyasi yönetim momentinden zamanla siyaset-öncesi momente gerileme yaşayabilir. Burada, ya devletin dağılması ya da bir lider öncülüğünde yeni devletin kurulması gerçekleşir. Yani, her devlet birden fazla kere kurulur. Ve devlet ancak kurulduktan sonra tekrardan siyasi bir yönetim evresine yeniden geçilebilir. Şahsi bir yönetimden kurumsal bir yönetime geçiş ancak kurumların inşasından sonra gerçekleşebilir. Siyasetin bu iki momenti sürekli bizimle birliktedir. Her iki moment de ideal bir durumu temsil eder. Örneğin, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde aşağı yukarı ülke siyaset-öncesi momentte kalmıştır. Bu, tek parti döneminde çok açık bir şekilde ortadayken, 1950 sonrasında kısmen dönüşerek sınırlı da olsa siyasi yönetime doğru evrilmiştir. Ancak her defasında askeri darbeler ve bürokratik vesayetin müdahaleleriyle siyaset-öncesi momente geri çekilmiştir. 1990’lı yıllarda “Kemalist devlet”in çöküşü ve dağılma süreci yaşanmıştır. Bunu takip eden AK Partili yıllarda ise devletin yeni bir lider ve fikir etrafında yeniden kurulma süreci başlamıştır. AK Partili yıllar da ağırlıklı olarak siyaset-öncesi moment özellikleri taşımaktadır.

ERDOĞAN’IN MİSYONU

Erdoğan’ın misyonu öncelikle devleti yeniden kurmak ve bunun ardından yönetimin siyasi bir yönetime doğru evrilmesini sağlamaktır. Bunun için Erdoğan’ın yapması gereken geniş halk kitlelerini bir siyasi özneye dönüştürerek kendi kendilerini yönetecek seviyeye çekmektir.

Gerçekten de, Cumhuriyet tarihi boyunca siyasete damgasını vuran, halkın özneleşmesinin önüne geçilmesiydi. Halkın her öznelik iddiası ve çıkışı bürokratik vesayet (ve uluslararası güçler) tarafından sert bir şekilde bastırıldı. En başından itibaren AK Parti’nin/Erdoğan’ın temel misyonu bu durumu değiştirmek, halkı bir siyasi özneye dönüştürmek oldu. Milli irade vurgusunun bu denli güçlü ve sürekli olmasının sebebi budur. Erdoğan’ın eski düzenin artıklarının engellemelerine maruz kaldığı her fırsatta sine-i millete gitmesi ve halkla bütünleşmesinin sebebi budur. Halkın bunun karşılığında her fırsatta Erdoğan’a sahip çıkmasının ve bağrına basmasının sebebi de budur.

Dolayısıyla, Erdoğan’ın misyonunu başarıyla tamamlaması için Erdoğan ile milletin arasının açılmaması gerekmektedir. Tam bu noktada Erdoğan’ın önünde iki büyük tehlike bulunmaktadır. Birincisi, muhaliflerden kaynaklanmaktadır. Muhalifler devletin kurulmasını engellemeye çalışmakta. “Yeni devlet kurulamazsa Kemalist devlet yeniden ayağa kalkar” gibi absürd bir siyasi inanışa sahipler. Bunun için Erdoğan’ı “tiranlaşmak”la, toplumu kutuplaştırmakla, ülkenin ulusal güvenliğini tehlikeye atmakla, radikal terör örgütlerine destek vermekle, ülkeyi bölünmeye götürmekle, ülkeyi ekonomik krize sokmakla, ülkeyi “gericileştirmek”le ve “yolsuzlukla” suçlamakta ve bunu tabanda halka yaymaya çalışmaktalar. Yine, diğer taraftan da kendi “çekirdek” tabanlarına Erdoğan’ın toplumu laiklikten uzaklaştırdığı ve bu kesimlerin hayat tarzı için büyük tehdit oluşturduğu propagandası yapmaktalar. Bununla nihai olarak hedeflenen toplumu kutuplaştırıp bir iç çatışmaya sürükleyerek ülkenin dış müdahalelere açılması ve yeni devletin inşasının akamete uğratılmasıdır.

Diğer tehlike ise Erdoğan taraftarlarından kaynaklanmaktadır. Yukarıda da altını çizdiğimiz gibi yeni devletin inşası için Erdoğan ile halkın arasının açılmaması gerekmektedir. Ancak Erdoğan’ın müesses yerel ve küresel nizama karşı verdiği mücadelede ve devlet kurma hedefinde sürekli olarak kendisini geniş halk kitlelerinden ayıran gruplar türemektedir. FETÖ bunun en iyi örneğidir. FETÖ bir bakıma Erdoğan’ın devlet kurma mücadelesinde parazitik olarak güçlenen ve darbelerle iktidarı ele geçirmeye çalışan bir örgüttü. FETÖ benzeri kapalı ve elitist yapılanmaların yeniden ortaya çıkmayacağının bir garantisi yoktur. Yine, Erdoğan destekçileri arasında geniş halk kitlelerinden ayrışan ve dışlayıcı bir kurumsallaşma peşinde koşan bir insan tipolojisi ve farklı çıkar gruplarının ortaya çıkma ihtimali de söz konusudur. Bu çıkar gruplarının en temel stratejisi siyaset-öncesi momenti güvenlikleştirme siyaseti üzerinden sürekli hale getirmek olacaktır. Bu noktada, Erdoğan muhalifleriyle ortak bir hedefte buluşmaktadırlar.

YENİ SİSTEME DOĞRU…

Günümüzde Türkiye siyasetinin en temel sorunu siyaset-öncesinden siyasi bir yönetime geçiş sorunudur. AK Parti ile MHP arasında gerçekleşen 1 Aralık mutabakatından sonra hız kazanan yeni anayasa hazırlıkları bu geçişi hedeflemektedir. Burada en fazla ön plana çıkan husus başkanlık sistemidir. Başkanlık sistemi halkın bir siyasi özneye dönüşmesini kolaylaştıran ve millet iradesinin yönetime direkt bir şekilde yansıdığı demokratik bir yönetim şeklidir. Keza millet kendisini yönetecek kişiyi direkt olarak seçebilecektir. Lider ile halk arasında direkt olarak bağ kurulması ve bunun kurumsallaşmasına ek olarak, yatay düzlemde de halk arasında müzakere kanallarının açılması ve bir kurumsallaşma yaşanmasıyla siyasi bir yönetime geçişte önemli bir dönemeç yaşanması mümkün hale gelebilir. Bu bağlamda, yasama organının yürütmeyi denetleme rolüne ek olarak gerçek anlamda, ideolojik dozajı düşük bir toplumsal tartışma ve müzakere platformuna dönüştürülmesine ihtiyaç vardır. Bunun için nitelikli ve dürüst vekilleri parlamentoya sokacak bir seçim sisteminin getirilmesi ve siyasi parti yapılanmasına geçilmesi elzemdir. Yine, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve katılımcı mekanizmaların geliştirilmesi de dikkate alınmalıdır. Tüm bu adımlar atıldıktan sonra siyaset-öncesi momentten siyasi yönetim momentine geçilebilir ve halk kendi kendini yönetecek kurumsal bir yapıya kavuşabilir. Ve böylece Erdoğan’ın yalnızlığı da bir son bulabilir.

[Star Açık Görüş, 11 Aralık 2016]

Etiketler: