Demokrasi Oyunu ve Sandıksız İktidar Arayışı

Eğer liberal-sol kesimlerin önerdiği demokrasi anlayışında, çoğunluğu oluşturmak hiçbir artı değer getirmeyecek ve çoğunluk olarak azınlıklardan saygı beklentiniz dahi olamayacaksa, kabus olarak sunulan “çoğunluk tahakkümünden” değil de “azınlık diktası” tehlikesinden bahsedemez miyiz?

Gezi Parkı eylemleriyle ayyuka çıkarılan ve Mısır’ın 3 Temmuz darbesi ile taze tutulan “AK Parti Hükümeti’nin ve Başbakan’ın kusurlu demokrasi anlayışı” tartışmasında muhalif kesimler hükümeti, sorgulama ihtiyacı hissetmedikleri ‘çoğulcu demokrasi’ye davet ettiler. Ancak bugün hükümete ‘çoğulculuk’ vaaz eden kesimler Batı-dışı medeniyet ve modernitelerin varlığı ve inşası söz konusu olduğunda çoğunlukçu olmak bile bir yana hanif bir tutum takınmaktalar. Bu süreçte “katılımcı demokrasi” ve “müzakereci demokrasi” gibi içerikleri, tutarlılıkları ve sonuçları itibarıyla ciddiyetle tartışılması gereken kavramlar meşru hükümete “siyaset yapabileceğin alan sana oy veren çoğunluğun değil, vermeyen azınlıkların talepleriyle belirlenir” denmek için kullanıldı. Böylece, hem Türkiye’de hem de Mısır’da ‘uzlaşı, diyalog, çoğulculuk, çok seslilik diye nutuklar muhafazakâr/dindar iktidarlara tahammülsüzlüğün’ göstergesi haline geldi. (Yalçın Akdoğan, Star, 6 Temmuz). En nihayetinde, “demokrasilerin, ciddi ölçüde, halkın görevdeki hükümeti sokaklarda değil seçim sandığında devirmeyi beklemesine dayandığı”1 göz ardı edilmektedir.

DEMOKRASİ SORUNSALI

Yeni Türkiye’nin muhafazakâr değerlerle inşasını istemeyerek Gezi Parkı eylemlerine fikri destek veren liberal-sol kesimler son bir ay içerisinde iç ve dış basında Başbakan Erdoğan’ın demokrasi anlayışının sınırlılığından yakındı. Birçok aydın, akademisyen ve yazar, hükümetin ‘çoğunlukçu demokrasi’yi benimsediğini, “sandıkçı” olduğunu savundu. Temelde alkol düzenlemesinden yola çıkılarak hükümetin bu eksik demokrasi anlayışıyla belirli bir hayat tarzını diğer kesimlere dayatmaya çalıştığı iddia edildi. Başbakan’ın seçimlere ve seçimlerden alınan meşru otoriteye vurgu yapan söyleminden yola çıkılarak hükümetin demokrasi anlayışının aslında demokrasi değil “elektrokrasi” (electrocracy) olduğu, yani hükümetin demokrasiyi dört yılda bir yapılan seçimlerden ibaret sayma yanlışına düştüğü savunuldu. Liberal veya sosyal demokrat olmayanlara ‘zoraki seçenekler’ olarak otokratlığı ya da ‘elektrokratlığı’ uygun gören özünde gayet anti-demokrat perspektif kendini bir kez daha açığa vurdu.

Hükümete ve Başbakan’a yönelik bu eleştirilerle seçim sandığının demokrasilerdeki kilit konumu anlamsızlaştırılmaya çalışılmaktadır. İçinde bulunduğumuz coğrafyada istenmeyen (sağ) iktidarlarla mücadelenin yeni yöntemi demokrasilerin en temel kurumu olan seçimlerin sağladığı meşruiyetin değersizleştirilmesi olmuştur. Daha ileri demokrasi adına, aslında demokrasinin en temel kuralı olan “yönetme gücünün serbest, adil ve düzenli seçimler vasıtasıyla barışçıl şekilde el değiştirmesi” prensibinin altı oyulmaya çalışılmaktadır. ‘Siyasal’ olanın yok edilmesi pahasına demokratik seçimlerin amacının ‘her görüşü temsil edecek bir siyasal partiyi hükümet yapmak’ olduğu anlayışı yerleştirilmek istenmektedir. Demokrasi rejimine içkin olan belli başlı ‘sorunlar’ AK Parti hükümeti değişse ‘sorun’ olmaktan çıkacaklarmış gibi sunulmaktadır. AK Partinin parti kimliği ve Başbakan’ın karakteri ile demokrasiye içkin olan bu ‘sorunlar’ arasında sebep-sonuç ilişkisi kurulması ülkenin çoğunluğunu oluşturan muhafazakâr/dindarlara yönelik muhalif hazımsızlığının son ve, itiraf etmeli ki, en ‘entelektüel’ dışavurumudur.

DEMOKRASİYE GİRİŞ

Çizilmeye çalışılan yanlış imajın aksine, demokrasilerde seçimler herkesi temsil edecek bir hükümeti göreve getirmek için yapılmaz. Herkesi temsil etmenin tam olarak ne anlama geldiği ise gayet müphemdir. Seçimler “kime oy verirsek verelim aynı politikaları izleyeceği” için düzenlenmemektedir. Ve ne temsili demokrasinin bizatihi kendisi ne de bu demokrasinin olmazsa olmazı bir kurum olarak seçimler kusursuz değillerdir. Seçimler ve seçimlerin tevcih ettiği meşruiyet her demokrasi için birtakım ‘sorunlar’/’sorular’ yaratmaktadır. Örneğin, seçimlerde çoğunluğun oyunu almış bir parti kendisine oy veren insanların ortak taleplerine nasıl bir normatif önem ve ağırlık atfetmelidir? Belli taleplere sahip, bazı ortak dertlerden muzdarip ve birtakım değerleri önemli bulan bir toplumsal kesimi temsil ettiği iddiasıyla girdiği seçimleri kazanan bir hükümet bir yanda bu kesimin değerlerini savunmakla yükümlüyken, aynı anda bu değerlere zıt düşünen kesimleri nasıl temsil edecektir? Bu soru(n)lar demokrasi rejiminin doğasından kaynaklanan sorunlardır. Dolayısıyla, her çağdaş temsili demokraside seçilmiş her hükümet için geçerlidir. Ülkesindeki geniş kesimlerin itirazlarına rağmen eşcinsel evliliklerin yasalaştırılmasını destekleyen ve arkasında bırakacağı miras insansız hava uçaklarının yeni savaş oyuncakları olarak kullanımı olacak olan Başkan Obama’nın Amerikan halkının tümünü temsil ettiğini söyleyebilir miyiz?

Demokrasi yarattığı bu soru işaretlerine rağmen, bu sorunlar bilinmeden değil, insanoğlunun şu anda sahip olduğu en iyi yönetim şekli olarak kabul edilmektedir. Demokrasi kaynaklı bu sorunların yalnızca liberal-sol değerler, bu değerlere sahip kişilerce tehlike altında olarak algılandığında ön plana çıkarılıyor olması dikkat çekmektedir. Bugün Türkiye’de iktidar partisinin, seçimler öncesi verdiği sözleri hükümet olduktan sonra ne kadar yerine getirip getirmediği ile değil, kendisine oy verenleri ve kimliğini ne ölçüde bir kenara bırakıp kendisine oy vermeyenlerin taleplerine ne ölçüde cevap verdiği ile belki de ilk defa muhafazakâr demokrat bir partinin iktidarında değerlendirilmeye başlaması sorgulanmalıdır. Kabul etmeli ki, bugünlerde sıkça dile getirilen ‘sana oy vermeyenleri de temsil et’ talebi demokratik seçimlerin kazananı ve kaybedeni olmadığını sanan kesimlerin görüşüdür. Eğer iktidara talip olurken belli bir fikriyatı savunan bir siyasal parti hükümet olduğunda zaten her kesimi gerçek manada temsil edecekse (bu eğer mümkünse), farklı partilerin seçimlerde yarışmasına sebep ne olacaktır?

SANDIK HER ŞEYDİR

Türkiye’nin liberal-sol kesimlerinin son dönemde muhafazakâr kanada yüklediklerini gördüğümüz üç “suç” vardır ki aidiyet hissedecekleri bir siyasi partinin varlığında hükümet de olabilmeleri halinde kendilerinin de aynı ‘suç’ları işleyeceklerine dair hiç şüphe yoktur. Muhafazakâr/dindar kesimlerin dogmalarını toplumun diğer kesimlerine dayattığı iddiası bu suçlardan ilkini teşkil etmektedir. Ancak liberalizmin, hepsi-geçerli iyiler ve doğruların varlığına işaret eden “değer çoğulculuğu” ayeti günümüzün en çekici ama aynı zamanda en saklı dogmalarından biri olmuştur. “Değer-çoğulculuğu, hiçbir şeyi olduğu gibi bırakmaz. Bu yıkıcı bir öğretidir. Değer-çoğulculuğu türümüz için en iyi yaşama dair bütün iddiaların temelini ortadan kaldırır.”2 Mezkûr kesimlerin farazi iktidarlarında bu ‘yeni’ ama fark edilmeyen dogmayı toplumun diğer kesimlere dayatacaklarından şüphe duymamız için bir nedenimiz yoktur. Şikâyet edilen bir diğer nokta ise, ‘belli bir yaşam tarzı dayatılırken’, özellikle liberal kesimlerin sınırlandırmak istedikleri devlet gücünün kullanılıyor olmasıdır. Ancak bu kesimlerin bir başka açmazı da, sahip çıktıkları ancak toplumda genel manada karşılığı olmayan özgürlük ve haklar anlayışlarına devlet koruması beklemeleri ve kısıtlamak istedikleri devletin gücünden medet ummalarıdır. Son olarak, aynı kesimler azınlığın duyarlılıklarından bahsederken çoğunluğun duyarlılıklarını, azınlığa saygı derken çoğunluğa saygıyı kurban etme noktasında hiçbir tereddütleri yoktur. ‘Çoğunluluğun duyarlılıkları’ ve ‘çoğunluğa saygı’ gündeme dahi getirilmemektedir. Ve maalesef şu soru sorulmamaktadır: Eğer liberal-sol kesimlerin önerdiği demokrasi anlayışında, çoğunluğu oluşturmak hiçbir artı değer getirmeyecek ve çoğunluk olarak azınlıklardan saygı beklentiniz dahi olamayacaksa, kabus olarak sunulan “çoğunluk tahakkümünden” değil de “azınlık diktası” tehlikesinden bahsedemez miyiz?

Bahsedilen nedenlerle, kendisine “seçimlerin, çoğunluk olmanın anlamı nedir ki?” diye sorup, “anlamı yoktur” diyenlere, İslam coğrafyasının tüm muhafazakar/dindar hükümetlerinin kendi haklar, birey, toplum ve özgürlükler anlayışlarını teşvik etme hakkını savunmak için verecekleri cevap, “Cennetin Krallığı” filminde Selahaddin Eyyübi karakterinin kendisine sorulan “Kudüs’ün anlamı nedir?” sorusuna verdiği cevap olabilir: “Hiçbir şey…Her şey!” İlki seçim sandığı insan-yapımı kurumlar olarak kutsallaştırılamayacağı için; ikincisi bir davayı çağın diliyle savunmaya devam edebilmek için.

Etiketler: