AFP PHOTO / ADEM ALTAN

Darbe ve Kaos Mekaniğine Karşı Milli Direnç

Toplum, milli iradesine ve geleceğine karşı sahaya sürülen örgütlere ve darbe mekaniğine karşı milli bir direnç ortaya koyuyor.

2017 yılı terör saldırısı ile başladı. Yılbaşı gecesi Ortaköy’deki eğlence merkezi Reina’ya yapılan saldırıda 25’i yabancı uyruklu 39 kişi hayatını kaybetti, onlarca kişi yaralandı. Saldırıyı terör örgütü DEAŞ üstlendi. Doğu Türkistan uyruklu saldırganın cinayetleri işledikten sonra çok soğukkanlı bir şekilde hareket ederek olay yerinde üstünü değiştirmesi ve kalabalığın arasına karışarak kaçması olayın profesyonelliğine işaret ediyor. Bir başka terör saldırısı 5 Ocak Cuma günü İzmir’de Adliye önünde gerçekleştirildi. PKK’lı iki teröristin katliam yapma girişimi Fethi Seken isimli trafik polisinin kahramanca müdahalesi sonucu hedefine ulaşamadı. Katliamı önleyen polis ve bir mübaşir şehit oldu.

Bu saldırılar son bir ay içerisinde Türkiye’de gerçekleştirilen büyük terör eylemlerinin devamı olarak kayıtlara geçti. Terör örgütü PKK tarafından 10 Aralık’ta Beşiktaş’ta bomba yüklü araçla yapılan canlı bomba saldırısında 45 kişi şehit olmuş, onlarca kişi yaralanmıştı; yine PKK tarafından 17 Aralık’ta Kayseri’de bomba yüklü araçla düzenlenen canlı bomba saldırısında 14 kişi şehit olmuş, onlarca kişi yaralanmıştı. Üçüncü büyük terör eyleminde ise hedef bu kez Rusya’nın Türkiye Büyükelçisi Andrey Karlov idi. Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) üyesi olduğu yönünde güçlü şüpheler bulunan katil Mert Altıntaş Rus Büyükelçiyi Çankaya’da katıldığı bir resim sergisinde sırtından vurarak öldürdü. Tarihler bu kez 19 Aralık’ı gösteriyordu.

Reina katliamı ve İzmir saldırısı bu halkanın son eylemi olarak yeni yılın ilk haftasında kayıtlara geçti. Saldırılardan birini DEAŞ diğerini ise PKK yaptı. Görüldüğü gibi terör eylemleri farklı örgütler tarafından gerçekleştiriliyor gibi görünse de aslında değişenin sadece isimler olduğu net şekilde ortaya çıkıyor. Birbirinin devamı niteliğindeki saldırılarda planlı bir şekilde farklı yapılar hedef alınmış durumda. Cinayetlerin işlenme şekli ve hedef alınan insanların kimlikleri Türkiye’nin yeni bir saldırı dalgası ile karşı karşıya bulunduğunu gösteriyor. Bununla birlikte terör saldırılarıyla eş zamanlı olarak Türkiye’nin içeride ve dışarıda sürdürdüğü iki operasyonu da eklemek gerekir. Türkiye’nin, Fırat Kalkanı Harekâtı ile Suriye’de Özgür Suriye Ordusu’na destek vererek başlattığı operasyon tüm hızıyla sürüyor. Terör örgütü DEAŞ’ın önemli üslerinden biri olan el-Bab kasabasının örgütten temizlenmesi için operasyonlar son aşamaya gelmiş durumda. İkinci önemli mücadele içeride ve dışarıda PKK ile devam ediyor. Güvenlik güçleri kar-kış demeden PKK’yı sahadan temizlemeye çalışıyor. Devletin üst düzeyinden yapılan açıklamalar operasyonların giderek ivme kazanacağı yönünde.

ABD OLAĞAN ŞÜPHELİ

Kısaca değindiğim beş terör saldırısı bile Türkiye’nin içerisinden geçtiği çemberin ne derece zor ve meşakkatli olduğunu gösteriyor. Bu tablonun daha iyi kavranabilmesi için FETÖ üyesi askerlerin 15 Temmuz’da gerçekleştirdiği darbe girişimi ve onun yansımalarının altını çizmek lazım. 15 Temmuz darbe girişimiyle Türkiye, tümüyle teslim alınarak büyümesi ve iddiaları yok edilmek istenmişti. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın dik duruşu ve siyasi kararlılığı ile milli iradenin direnişinden ortaya çıkan sinerji darbeyi püskürterek zafer kazanınca Türkiye’deki terör saldırıları yeni bir aşamaya geçirildi. Terör örgütleri isimleri farklı olsa da nöbetleşe veya vardiyalı bir şekilde saldırmaya başladı. PKK, sivil, asker ve polisleri, DEAŞ seküler yaşam tarzını benimseyenleri ve yabancı turistleri, FETÖ ise Türkiye’yi küresel siyasette yalnızlaştırmak, Türkiye-Rusya ilişkilerini bozmak ve Türkiye’nin Suriye’deki etkinliğini sınırlandırmak amacıyla Rus Büyükelçisini hedef aldı.

Bu saldırılardan sonra yapılan açıklamaların zamanlaması ve içeriğine bakıldığında kimin hangi saldırıyı ne tür bir bağlama sokmaya çalıştığı ve oradan ne beklediği yönündeki sorular da daha rahat cevap bulabilir. Mesela Rus Büyükelçi saldırısından hemen sonra ABD’den “Türkiye’yi zan altında bıraktırıcı” üst düzey açıklamaların gelmesi ve yurt dışına kaçan FETÖ üyelerinin paylaşımları Türkiye ile Rusya arasında Suriye bağlamında şekillenme aşamasında olan ilişkilerin kesilmesini arzulayan bir içerikteydi. FETÖ üyesi Abdullah Bozkurt’un saldırıdan sadece üç gün önce paylaştığı Twitter mesajında yer alan “Türkiye’de büyükelçilerin güvende olmadığı” yönündeki ifadesi ve saldırıdan hemen sonra hedef saptırmak için peş peşe yaptığı paylaşımları bir suçüstü yakalanma psikolojisini de gösteriyordu.

TÜRKİYE’YE ÇİFTE STANDART

ABD’nin Türkiye’deki terör saldırıları arasında çifte standart yaptığı yönünde toplumda ciddi bir kanaat oluşmuş durumda. Bunu besleyen en önemli dinamik de yine ABD’nin kendisi. Mesela DEAŞ’ın Ortaköy ve FETÖ’nün Ankara saldırılarından sonra ABD’nin resmi isimler aracılığıyla yaptığı “hızlı” açıklamaların PKK saldırılarından sonra görülmemesi ve genellikle büyükelçilik vasıtasıyla sosyal medya üzerinden terörün kınandığının ifade edilmesi Türkiye’de güçlenen anti Amerikancılığı daha da tırmandırıyor. Amerikalılar bu durumu ya okuyamıyor (ki bu imkânsıza yakın) ya da bilinçli bir şekilde bunun gerçekleşmesine zemin hazırlıyor. Bu iki şık arasında bilinçlilik durumunun daha öne çıktığı aşikâr. Çünkü Türkiye’nin mücadele ettiği iki kanlı terör örgütü FETÖ ve PKK ile ABD’nin ortak iş yaptığına dair toplumda güçlü bir kanı var. FETÖ elebaşı Fetullah Gülen’in ABD tarafından iade edilmemesi, FETÖ’cü militanların Amerika’da çok rahat bir şekilde yaşayabilmesi ve ABD’nin Suriye’de PKK’nın uzantısı PYD-YPG’yi hem silahlandırması hem de bu örgüte sürekli alan açacak hamlelerde bulunması Türkiye’de yakın bir şekilde takip ediliyor. Dahası PKK’nın Beşiktaş ve Kayseri saldırılarında kullandığı patlayıcıların Suriye’de PKK-PYD denetimindeki bölgelerden Türkiye’ye sokulmuş olması; patlayıcıların ancak bir devletin envanterinde bulunabilecek kapasiteye sahip olması ve Ortaköy saldırısını yapan saldırganın kullandığı çelik çekirdekli mermilerin de benzer nitelikler taşıması iki örgütün de arkasında aynı odakların mı olduğu sorusunu güçlü bir şekilde akla getiriyor. Burada akla gelen ülkeler sıralamasında ABD’nin birinci sıraya yazılmasının nedeni ise onun PYD’ye düzenli bir şekilde kargo uçaklarıyla silah taşıması ve bu silahlardan bir kısmının da DEAŞ’ın eline geçtiğinin bilinmesi faktörü rol oynuyor.

Türkiye’de insanları, şehirleri ve genel olarak ülkenin bütünlüğünü hedef alan saldırıların perde arkasına bakıldığında karşılaşılan maskeler milletimiz açısından aslında oldukça tanıdık. Yakın tarihimizde yaşanan kanlı olayların çoğunda da benzer maskelerle karşılaşılmış olması toplumun aynı tuzağa bir kez daha düşmesini şu ana kadar engellemiş durumda. İsimleri farklı olan ve güya birbirlerine düşmanmış gibi hareket eden terör örgütlerinin eş zamanlı bir şekilde Türkiye’yi hedef alması, yapılan saldırıların birbirlerini tamamlayıcı yönlerinin olması ve örgüt adı fark etmeksizin tüm saldırıların lojistiğinde aynı imzanın olduğuna dair güçlü işaretlerin bulunması 1970-1980 arasında yaşanan sağ-sol çatışmasını akla getiriyor. O zaman da 12 Eylül 1980 Darbesi oluncaya ve Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ABD adına yönetime el koyuncaya kadar iki yapı kendi ideolojileri için birbirleriyle çatıştığını zannetmiş fakat meselenin çok farklı olduğu darbe sonrası herkes aynı zindana atıldıktan sonra anlaşılmıştı. Darbeciler bir sağdan bir de soldan asmıştı. Hem ülkücülere hem de solculara nezarethanelerde işkence yapılmıştı. Diyarbakır Cezaevi’nde Kürtlere yapılan işkencelerle PKK’nın alt yapısı tümüyle oluşturulmuştu. Aynı silahın bir gün solcu cinayeti, ertesi gün ise sağcı cinayetinde kullanıldığı bilgisi ise çok sonradan ortaya çıkmıştı. O dönem için iş işten geçmişti fakat bugün toplum yaşadığı bu acı tecrübelerden çıkarttığı ders ile benzer provokasyonlar ve cinayetler karşısında dirayetli bir tutum sergiliyor.

TOPLUM ÇATIŞMAYI REDDEDİYOR

Tabloya bakıldığında aynı oyunun farklı taşeronlar eliyle yeniden oynandığı görülüyor. 2013 yılındaki Gezi Parkı Şiddet Eylemleri’nden beri aralıksız devam eden bu tür girişimlerle Türkiye’nin yönetilme kapasitesinin zayıflatılması, siyasetin dışlanması, siyasi aktörlerin pasifize edilmesi, kaos atmosferinin oluşturulması ve nihayetinde askeri ve ekonomik darbe ile Türkiye’nin teslim alınması çabası sürdürülüyor. Terör saldırılarının ertesinde sahte sosyal medya hesapları vasıtasıyla kamuoyunda dolaşıma sokulan toplumu kutuplaştırıcı içerikleri bu kapsamda ele almak gerekir. Gerek Türkler ile Kürtler arasında etnik temelde gerekse dindarlar ile sekülerler arasında yaşam tarzı farklılığı temelinde veya Sünniler ile Aleviler arasında dini anlayış farklılığı temelinde üretilmek istenen çatışma ortamı toplum tarafından reddediliyor. Ortaköy saldırısı sonrasında gündeme sokulmaya çalışılan “laik, anti laik” bağlamındaki tartışma da toplumun direnci karşısında yenilgiye uğradı. Dolayısıyla Türkiye’yi bir kaos ortamına sürüklemeyi hedefleyen böylesi girişimlerin henüz gerçekleştirilememiş olmasının yegane sebebi ise 1970-80’lerden farklı olarak Türkiye’de oyunun farkında olan ve tüm bu saldırılara karşı direnecek birikim, güç ve inanca sahip olan toplumun var olmasını gösterebiliriz. Toplum, milli iradesine ve geleceğine karşı sahaya sürülen örgütlere ve darbe mekaniğine karşı milli bir direnç ortaya koyuyor. Giderek de bu direncini yükseltiyor.

[Star Açık Görüş, 22 Ocak 2017]

Etiketler: