Cumhuru Barıştırmanın Yolu

Cumhurbaşkanlığı seçimi, Türk siyasetinin bazı temel sorunlarını tekrar gündeme getirdi. "Kim olsun, kim olmasın?" tartışmasına kilitlenen süreci daha farklı ele alabilsek, Türkiye'deki siyasi kültür üzerine daha sağlıklı değerlendirmeler yapabiliriz belki.Merkezî devletin alanı, çevreyi de sivil toplum alanı olarak kabul edersek, Türkiye'de bu ikisi arasındaki ilişkinin baştan beri yanlış kurgulandığını söyleyebiliriz.

Cumhurbaşkanlığı seçimi, Türk siyasetinin bazı temel sorunlarını tekrar gündeme getirdi. “Kim olsun, kim olmasın?” tartışmasına kilitlenen süreci daha farklı ele alabilsek, Türkiye’deki siyasi kültür üzerine daha sağlıklı değerlendirmeler yapabiliriz belki.Merkezî devletin alanı, çevreyi de sivil toplum alanı olarak kabul edersek, Türkiye’de bu ikisi arasındaki ilişkinin baştan beri yanlış kurgulandığını söyleyebiliriz.

 Merkezi, siyasi iradenin tecelli ve tecessüm ettiği yegâne yer olarak tanımladığımızda, cevre bu iradenin kurucu bir unsuru olmaktan çıkar. Örneğin Türkiye’de çevre olarak tanımlanan kırsal kesim hiçbir zaman siyasi iradenin kurucu bir aktörü olarak görülmemiştir. Tersine “köylülük” bir kategori olarak hem siyasi hem de kültürel merkezin dışında tutulması gereken arızi bir unsurdur. Türkiye’de demokrasi, çevrenin oylarını formel/prosedürel manada (oy sandıkları, kayıtlar, seçimler, milletvekilleri, soru önergeleri, vs. olarak) merkeze taşımış, ama öze ilişkin adımlar atmamıştır. Bu yüzden merkezle çevre arasında yaşanan temel siyasi gerilim, temsile yüklenen farklı anlamlardan kaynaklanır. Merkezdeki bürokrat ve siyasetçi için temsil, kullanılan oyların TBMM’ye rakamsal olarak yansımasıdır. Çevredeki insanlar içinse temsil daha esaslı ve temelli bir şeydir. Onların arzularını, taleplerini, hedeflerini Meclis’in de ötesinde Türkiye’nin kurucu siyasi iradesine taşımaktır. Farabi ne diyor? Siyasetin normatif karakteri bu noktada ortaya çıkar. Formel/prosedürel demokrasinin ötesinde, siyasi yönetim 10. yüzyılın büyük düşünürü Farabi’nin ifadesiyle “mutluluğun elde edilmesi” için gerekli şartların sağlanmasını ifade eder. Siyaset, bireylerin birey, toplulukların da topluluk olarak mutluluğu elde etmeleri için elverişli şartların oluşturulması ve bunun önündeki zulüm, savaş, eşkıyalık, adaletsizlik, eşitsizlik, yolsuzluk gibi engellerin kaldırılması işidir. Bu engelleri ortadan kaldırmaya çalışmayan bütün yönetimler, Farabi’nin gözünde “cahil rejimlerdir”. Çünkü onlar mutluluğun on şartı olan doğru bilgiden ve (sonucu olan) siyasi iradeden yoksundurlar. Burada Farabi’nin mutluluğa yüklediği anlamı biraz açmakta fayda var. Pek çok klasik düşünür gibi Farabi için de mutluluk duyusal hazların ötesindedir. Mutluluk bir his değil, bir haldir; yani varoluşsal bir durumdur. Mutlu olmak, eşyanın hakikatine ulaşmakla mümkündür. Bu manada mutluluk mahsus (hislerle elden edilebilen bir şey) değil, makuldür (yani akıl ve tefekkür yoluyla elde edilir). Çünkü mahsus olan geçicidir, sınırlıdır. Dahası sınırlı olduğu için paylaşımı her zaman çatışmaya yol açma potansiyeline sahiptir. Tarih, sınırlı kaynakların paylaşımı için yapılan savaşların bir dökümüdür. Oysa akli ve makul olan, paylaşıldıkça azalan bir şey değildir. Akla taalluk eden bir hal olarak mutluluk ne kadar yayılırsa, paylaşım alanı o kadar yaygınlaşır. Farabi’nin öngördüğü erdemli toplum bu manada bir ütopya değildir. Farabi’nin vurgulamak istediği şey şudur: Erdemli ve iyi yönetilen bir toplum, yine erdemli ve sorumluluk sahibi bireylerden oluşan bir toplumda mümkündür. Sistemin kurallarını koymak, ortak iyiye ulaşmak için yeterli değildir. Aşağıdan yukarı bir hareketle, erdemlilik bilincine sahip bireylerin kurduğu bir toplum, doğal bir zorunlulukla erdemli yönetimin sürdürülebilir olmasını sağlar. Bunun tersi de doğrudur. Yani erdemli bireylerin özgürce ve doğal olarak var olabileceği bir ortam, erdemli bir toplum yapısının var olmasına bağlıdır. Aksi halde erdemlilik, sadece bireylerin kişisel yaşamlarında karşılığı olan küçük ütopyalar haline gelir. Herkes kendi menkıbesini yaşar; ama bu bir toplumsal ve siyasi iyiye dönüşmez. Erdemli bireyle erdemli toplum arasında bir denge kurmak, her ikisinin varlığını garanti altına alacak bir siyaset üretmek gerekir. Merkezi ve çevreyi dönüştürmek Türk siyasetinde gerek merkez-çevre ilişkileri, gerekse erdem-düzen ilişkisi başından beri yanlış bir kurgu üzerinden geliştirildi. Çarpık modernleşme tarihimiz yüzünden bugün sadece zayıf değil aynı zamanda bu zayıflığını bir erdem haline getiren bir çevre var. Popüler tüketim mekanizmalarının her gün biraz daha yaygınlaştırdığı “televole kültürü”, en banal ve avam tutumları “hayatın gerçekleri” diye takdim ediyor. Türk medyasının bu konudaki sicili herkesin malumu. Şimdi bir de buna Türkçe FOX TV eklendi. Böylece “yabancılar gelsin, televizyonun seviyesi yükselir” diyenlerin umutları boşa çıktı. Küresel kapitalizm bizim televole kültürüyle birleşince ortaya ne denge, ne de erdem çıkıyor! Bu yüzden Türkiye’de merkezin dönüşmesine yönelik her talep, aynı zamanda çevrenin dönüşmesi için de bir fırsat olmalıdır. Merkeze yaklaşmak için çevrenin sergilediği kolaycı, çıkarcı, dar görüşlü, partizan tavırlar sivil toplumun inşası ve güçlendirilmesi alanında yapılacak çok işin olduğunu gösteriyor. Merkezin kendini her yerde görmesiyle, çevrenin kendini hiçbir yerde görmemesi arasında tersinden bir paralellik ilişkisi var. Kısırdöngüden çıkmak için, merkez ve çevre etkileşim içinde dönüşmelidir. Türkiye’de başarılı siyasi hareketler, merkezle çevre arasındaki mesafeyi azalttıkları oranda güçlü ve meşru oldular. AK Parti de çevreyi merkeze taşımaya çalışan bir hareket olarak güç kazandı. Meşruiyetini de hâlâ buradan devşiriyor. Devletin formel/prosedürel kimliğiyle milletin akli ve vicdani taleplerini birleştirmeye çalışan AK Parti, bu temel rotadan saptığı anda Türk siyasetinde herhangi bir sağ parti olarak kalacaktır. Çevrenin Türkiye’nin siyasi geleceğine ve sosyal yapısına katkı sağlayabileceğine inanan her hareket, başarı sansını artırır. Turgut Özal gibi isimler bu strateji sayesinde güçlü ve meşru liderler haline geldiler. Süleyman Demirel’in Türk siyasetindeki yükselişi de böyle olmuştu. Fakat asıl önemlisi, çevreyi katkı yapabilen bir aktör haline getirmek ve çevreyi buna inandırmaktır. Yani üniversite öğretim üyelerinden muhtarlara, sivil toplum kuruluşlarından işadamlarına, köy meclislerinden medya mensuplarına kadar çevrede bulunan bütün aktörlerin ortak iyinin inşasına katkıda bulunabileceğine inandırmak ve bunun mekanizmalarını kurmaktır. Bu vaatlerle siyasi merkeze gelip sonra çevre olduğunu unutan siyasi hareketler her zaman ivme kaybettiler. Demirel’in Türk siyasetindeki düşüşü bunun en çarpıcı örneğidir. Bu noktada genelde Türk siyasetini özelde AK Parti’yi iki büyük tehlike bekliyor. Birincisi AK Parti’nin siyasi merkeze yerleştikten sonra kendi merkez-çevre matrixini üretmesidir. Merkezî ve resmî söylemle çatışmamak adına atılan geri adımlar (ya da hiç atılmayan adımlar), çevreden gelen baskının merkezin dönüşmesi için yeterli olmadığını gösteriyor. Sivil-asker ilişkileri, başörtüsü yasağı, Kürt sorunu, bürokratik direnç ve güvenlik alanlarında yaşanan gerginlikler merkezin hassasiyetlerinin hâlâ çevrenin taleplerinden önce geldiğini gösteriyor. Yakın dönemde bizi bekleyen ikinci büyük tehlike, siyasetin formel/prosedürel yapısıyla normatif niteliği arasındaki dengenin bozulmasıdır. Pek çok siyasi parti, kadrolaşmak adına bu yapıları zedelemiştir. Türkiye, sosyal tabanı olmayan ideolojik kutuplaşmalardan yeteri kadar zarar gördü. Türkiye’nin “normalleşmesi”, bu iki aşırı uçtan uzak durmasına bağlı.

Etiketler: