Çözüm Süreci ve Düşündürdükleri

2012'nin son günlerinde Öcalan ve MİT yetkililerinin İmralı'da yaptıkları görüşmeler neticesinde başlayan bu yeni süreç, üçüncü çözüm girişimine işaret etmektedir. Başbakan başta olmak üzere siyasal iradenin açıktan sahip çıktığı bu sürecin en önemli özelliği, Kürt siyasetinin en etkili aktörü Abdullah Öcalan'ın doğrudan birincil aktör, Kürt seçmenle en yakın teması kuran ve demokratik meşruiyete sahip BDP'nin ise ikincil aktör olarak muhatap alınıp, onların üzerinden bir çözüm arayışına gidilmesi oluşturmaktadır.

MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın 2012’nin son günlerinde İmralı’da Abdullah Öcalan ile yaptığı görüşmelerle başlayan yeni çözüm süreci, daha önce başlatılan iki sürecin hem devamı hem de onları tamama erdirme girişimi olarak okunabilir. Bu çerçeveden bakıldığında, her üç sürecin hem birbirlerini kesen hem de birbirlerinden farklı boyutlara sahip oldukları ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle 2005 ve 2009 açılımlarını tanımlayan ana dinamiklerin iyi anlaşılması bu süreci daha sağlıklı kavramamıza yardımcı olacağı gibi, geçtiğimiz ay bu hususta yaşanan gelişmelerin muhasebesi de süreçle alakalı yaşanması muhtemel evrilmelere ışık tutabilir.

AÇILIMIN TARİHSEL BAĞLAMI

Erdoğan’ın 12 Ağustos 2005 yılında Diyarbakır’da yaptığı konuşma, çözüm arayışına yönelik ilk safhayı oluşturmaktadır. Bu ilk açılımda, sorunun varlığını “Kürt Sorunu” adını telaffuz ederek kabul eden Erdoğan, çözümün ana parametrelerini ise “daha fazla demokrasi, daha fazla hukuk ve daha fazla refah” şeklinde tanımladı. Başka bir ifadeyle, meseleyi bireysel hakların (Kürt vatandaşın sorunu) ihlali temelinde değerlendiren bu ilk girişim, çözümü ise bu hakların kullanılmasının önündeki engellerin kaldırılmasını sağlayacak hukuk ve demokratikleşme adımlarının atılmasıyla mümkün olacağını varsaymaktaydı. “Daha fazla refah” söylemi ise meselenin özünü teşkil etmese de önemli bir boyutunu oluşturan iktisadi boyutuna da yoğunlaşılacağını ifade etmekteydi.

2009 yılında başlatılan “açılım” ise çözüme yönelik ikinci safhayı teşkil etmekteydi. Medyaya daha sonra sızan ses kayıtlarından öğrendiğimiz üzere Oslo’da PKK’nın Kandil ve Avrupa ayaklarıyla MİT arasında yapılan görüşmeler, sürecin ana omurgasını oluştururken 24 saat Kürtçe yayın yapan TRT 6’nın açılışı ise bu süreçte atılan en somut adımı temsil etti. Sürecin metodolojisi dikkate alındığında 2009 açılımı, PKK/Kürt meselesinin iç içe geçmiş olduğu ve sorunun hem bireysel hem de kolektif haklar yönünün bulunduğu okumasına dayanmaktaydı. Başka bir ifadeyle meselenin artık sadece Kürt vatandaşa yönelik bir açılımla çözülemeyeceği, varlığını bu meselenin yarattığı siyasal ve sosyolojik zemin üzerine oturtan örgütün de sürece dahil olması gerektiği anlayışı mezkur sürecin temel mantığını oluşturmaktaydı. Müzakerelerde PKK/Kürt hareketi tarafını temsil eden ana aktörlerin (Kandil ve Avrupa’nın temsilcileri) tamamının Türkiye dışından gelmesi bu süreçteki diğer önemli bir noktayı teşkil etmekteydi.

2012’nin son günlerinde Öcalan ve MİT yetkililerinin İmralı’da yaptıkları görüşmeler neticesinde başlayan bu yeni süreç, üçüncü çözüm girişimine işaret etmektedir. Başbakan başta olmak üzere siyasal iradenin açıktan sahip çıktığı bu sürecin en önemli özelliği, Kürt siyasetinin en etkili aktörü Abdullah Öcalan’ın doğrudan birincil aktör, Kürt seçmenle en yakın teması kuran ve demokratik meşruiyete sahip BDP’nin ise ikincil aktör olarak muhatap alınıp, onların üzerinden bir çözüm arayışına gidilmesi oluşturmaktadır.

İlk çözüm denemesinden üçüncü çözüm sürecine kadar yaşanan dönüşüm, bazı önemli noktaları ortaya çıkarmaktadır. Askeri ve bürokratik vesayetin geriletilmesi, AK Parti’nin Kürt meselesi bağlamında daha cesur adım atabilme ve risk alabilmesinin önünü açmıştır. 2005’te sorunun adını koyup vatandaş Kürt’e yönelik bireysel haklar ve demokratikleşme temelli bir açılım yapan AK Parti, yoğun eleştirilere maruz kalmıştır. Ancak AK Parti, vesayetin gerile(til)mesiyle beraber 2009’da PKK’nın temsilcileriyle Oslo’da gizli görüşmelerin yapılması iradesini ortaya koyarak alabileceği risk çıtasını yükseltmiştir. Öcalan ile görüşmeleri merkeze alan ve açıktan yürütülen son sürecin başlamasında ise 2010 referandum ve 2011 seçimleriyle vesayetin zayıflatılmasının yasal ve kurumsal bir çerçeveye oturtulmasının doğurduğu özgüvenin önemli bir rol oynadığı söylenebilir. Dolayısıyla vesayetin etkisini yitirmesi sivil iktidarı, sorumluluğu başkasına devredemeyeceği bir şekilde Türkiye’nin yüzleştiği ağır siyasal meselelerin ana çözüm adresi haline getirirken, siyaset üretme yetkisinin siyaset dışı kurumlar tarafından engellenemeyeceği algısı da iktidarın risk alabilme marjını yükseltmektedir. Ağır meseleler konusunda statükonun devam ettirilmesinin siyasal beka için gerekli olduğu, bu meselelere neşter atmanın siyasal maliyet üreteceği ve özellikle de Kürt meselesinin çözümüne yönelik atılacak her adımı Türk halkının kendi hanesine kayıp olarak yazacağına dair yürütülen mantık örgüsünün geçersizliği, bugüne kadar bu süreçlerin ana taşıyıcısı olan AK Parti’nin girdiği her seçimde toplumsal teveccühün merkezi olma konumunu tahkim ederek ortaya koymuştur. Oslo görüşmeleri ses kayıtlarını basına sızdırarak toplumun AK Parti’ye siyasal bir fatura çıkarmasını bekleyen kesimlerin umutlarının, toplumun sağduyusu ve kamuoyu yoklamalarıyla sonlandırılması da bu noktayı ortaya çıkarmaktadır. Dolayısıyla, kamuoyunun bilgisi dâhilinde ve kamuoyunu yöneterek bu süreci doğru devam ettirebilecek AK Parti’nin siyasal bir maliyet ödemekten ziyade hem kendisi hem de Türkiye’nin siyasal getiri elde edeceği daha muhtemel bir senaryodur.

SÜRECİN ORTAYA ÇIKARDIKLARI

Türkiye’nin sermaye açısından en büyük işadamları derneği olan TÜSİAD’tan Türkiye’nin en büyük medya grubunun patronu Aydın Doğan’a, MHP dışındaki Meclis’teki tüm partilerden, şehit ailelerine kadar toplumun geniş bir kesiminin bu süreci desteklemesi, Kürt meselesinin siyasal çözümü konusunda varolan toplumsal mutabakatı göstermektedir. Yine yapılan kamuoyu araştırmalarının büyük kısmında toplumun Türkiye’nin yaşadığı en önemli sorunu “Kürt Sorunu” olarak tanımlaması ve bunun çözümünü desteklemesi, çözüm için ortaya konulacak siyasal iradenin dayandığı rasyonel toplumsal tabana işaret etmektedir.

Bununla birlikte 9 Ocak’ta Paris’te süreci sabote etmek amacıyla işlendiği güçlü bir ihtimal olan cinayetler sonrası Türkiye toplumunun, hükümetin ve Kürt siyasal aktörlerinin ortaya koyduğu sağduyulu tutum, hem toplumun barış sürecinin başarıya ulaşması konusunda sahip olduğu kararlılık, hem de provokasyonlara yönelik hassasiyet eşiğinin yükselmiş olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Olayın insani boyutu ve öldürülenlerin örgütsel kimliğiyle beraber, bu ülkenin vatandaşları olduğuna dair yapılan vurgu ve Diyarbakır’daki cenaze törenlerinde katılımcıların “barış”a dair yaptığı her konuşmanın kitle tarafından büyük bir coşkuyla karşılanması da barış ortamının tesis edilmesi için gerekli siyasal iklim ile toplumsal psikolojinin varlığına işaret etmektedir.

Yine, Sinop ve Samsun’daki olayların toplum, kamuoyu ve siyasilerin önemli bir kesimi tarafında eleştirilmesi, ve yapılanların sürecin gidişatı üzerinde herhangi bir etki yap(a)maması hem toplumun hem de bu süreci yönetenlerin muhtemel provokasyonlara karşı edindiği bağışıklık düzeyini gösteren başka bir olay olmuştur.

MUHTEMEL PROJEKSİYONLAR

Ocak ayından bu yana hükümet yetkilileri, PKK’nın samimi bir şekilde çözüm istediğini göstermesi için silahlarını bırakıp, Türkiye dışına çıkması gerektiğini sürekli dile getirdiler. Yeni sürecin henüz daha başında olduğumuz, Başbakan’ın silah bırakılacaksa bunun nasıl veya nereye bırakılacağına dair herhangi bir ifade kullanmamasına rağmen, PKK’nın sınır dışına çıkma kararı alması halinde, çıkacak PKK’lı gruplara herhangi bir saldırının olmayacağına dair defaatle taahhüt vermesi, hükümetin bu süreçteki ilk hedefinin PKK’nın sınır dışına çıkmasını sağlamak olduğunu göstermektedir. Paris cinayetleri sonrası Diyarbakır’daki cenaze karşılamasında gösterilen sağduyu, “anadilde savunma”nın Meclis’te yasalaşması, sürecin aktörlerinin kullandığı sorumlu dil, karşılıklı güvenin tesis edilmesinde önemli bir psikolojik rol oynamıştır. Bu bağlamda, önümüzdeki günlerde Meclis’e gelecek olan 4. Yargı Paketiyle ilk PKK’lı grubun sınır dışına çıkması muhtemelken, toplu sınır dışına çıkma kararının yeni anayasanın genel çerçevesi ve içeriğinin netleşmesinin akabinde yaşanacak gibi görünmektedir. Bu perspektiften baktığımızda, Başbakanın yeni anayasanın tamamlanması için telaffuz ettiği en son tarih olan Mart ayının sonu, Kürt meselesinin çözümü konusunda da bir ivmenin kat edilmesini sağlayabilir.

Özetle ağır siyasal meselelerde çözümsüzlüğü temel alan statükonun devam ettirilemeyeceği anlayışını siyaset yapma tarzının merkezine yerleştiren AK Parti, vesayet kurumları karşısında muktedirliğini tahkim ettikçe, bu alanlarda gösterdiği siyasal cesaretin marjını da yükseltti. Siyasal iradenin en üst noktadan sahip çıktığı ve kamuoyunun bilgisi dâhilinde yürütülen son İmralı görüşmeleri, bu anlayışın açık bir tezahürüdür. Kürt meselesinin siyasal çözümü konusunda Türkiye’de toplumun sahip olduğu mutabakat, ulaştığı siyasal olgunluk ve provakosyonlara karşı edindiği bağışıklık, sürecin daha sorunsuz ilerlemesinin altyapısını hazırlamıştır. Bu olumlu sosyo-psikolojik koşullarda, PKK’nın sınır dışına çekilmesi ve hükümetin de 4. yargı paketi ve yeni anayasa sürecinde iyi niyet içeren çözüm adımları atması Türkiye’yi kendi barışını tesis etmesi konusunda daha ileri bir safhaya taşıyacaktır.

Star Açık Görüş, (02.03.2013)

Etiketler: