Chavez’in Mirasını Tartışmak

Chavez birçoklarının öne sürdüğü gibi 21. yüzyıl solunun lideri miydi, yoksa bazılarının iddia ettiği gibi, popülist, şovenist bir lider miydi?

Hugo Chavez hem Latin Amerika hem de diğer ülkeler için 21. yüzyılda en çok tartışılan liderlerden birisiydi. Aylardır mücadele ettiği kanser sonrası 5 Mart’ta sessizce ölümüne birçokları sevinirken birçokları da üzülecektir. Fakat Chavez’in ölümü Latin Amerika siyasi tarihinde bir dönemin kapanması anlamına gelmektedir. Her ne kadar popülist de olsa bütün dünyayı neo-liberalizmin çemberi içine almış bir dünyada tek başına alternatif bir yol geliştirmeye çalışan bir ‘kahramanlık’ ya da bazılarınca bir ‘delilik’ olarak adlandırılabilecek bir çaba Chavez’in ölümüyle birlikte sona ermiştir. Ayrıca Amerika için Latin Amerika’da anti-Amerikanizmin ana kaynağı ve ideoloğu tarih sahnesinden silinirken, İran ve diğer birçok ülke ise Latin Amerika’daki en büyük dostlarını kaybetmiştir. Latin Amerika kıtası için Chavez’in ölümünün anlamı ise en büyük ‘fikirsel’ damarlardan birisinin kesilmesidir.

Chavez’ı şeytanlaştırmadan ya da melekleştirmeden anlamlandırmak ve bu çerçevede mirasını tartışmak önümüzde en temel sorundur. Chavez birçoklarının öne sürdüğü gibi 21. yüzyıl solunun lideri miydi, yoksa bazılarının iddia ettiği gibi, popülist, şovenist bir lider miydi? Bu sorulara bulunacak cevabın özü Latin Amerika’yı 20. yüzyılın son çeyreğinden beri nasıl okuduğumuzla doğrudan alakalıdır.

LATİN AMERİKA’NIN GELECEĞİ

Geleneksel olarak Latin Amerika kıtası, Amerika’nın arka bahçesi gibi görülmekle birlikte Amerikan karşıtı hareketlerin en yaygın olduğu kıtadır. Muhtemel siyasî etkileri, diğer bölgelerdeki Amerikan karşıtlığından daha fazla olabileceği için Amerika, Latin Amerika’ya yönelik olarak Soğuk Savaş döneminden beri gerektiğinde askerî müdahale ve darbelere destek vermek dâhil, kıtanın kontrolünden çıkmaması için her türlü siyasî yolu izlemiştir. Eski Sovyetler Birliği, özellikle sol eğilimli örgütler ve Küba gibi devletler örneğinde olduğu gibi, kendisine ciddî bir kazanım elde ettiyse de, bu durum hiçbir zaman Amerika’nın kıtadaki hayatî çıkarlarını tehdit edecek boyuta ulaşmamıştı. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte Latin Amerika kıtası ‘fikrî’ ve siyasî anlamda ciddî değişikliklere uğramıştır. Bu değişiklik, kendisini üç temel formda göstermiş olup kıtanın geleceği anlamında bu üç siyaset tarzı derin bir yarış içine girmiştir.

Bu eğilimler, temel olarak Amerikan eğilimli siyaset tarzı (Kolombiya ve Şili gibi); Amerikan karşıtı ve sol meyilli alternatif arayışlar (Venezuela, Ekvator ve Bolivya gibi); ve son olarak da aslında kökleri sol eğilime dayanan fakat kendilerini ortanın solu olarak ifade eden ve kendi çıkarları ile neo-liberal politikalar arasında bir denge arayışında olan siyasî eğilimdir. Bu son eğilim daha çok kendisini Luiz Inácio Lula da Silva’nın 2000 yılında Brezilya devlet başkanı olmasından sonra kendisini göstermiş ve şu an itibariyle hem siyasî demokratikleşme, hem de ekonomik refah anlamında kıtada örnek olarak gösterilmektedir. 21. yy’da Latin Amerika’nın geleceği, bu üç siyasî projenin hangisinin daha başarılı olup kıtada yayılacağı ile ilgili bir ‘fikirsel’ mücadelenin sonucuna göre belirlenecektir. İşte bu yüzden, her ne kadar her ülke farklı sorunlara sahip olsa da, Latin Amerika’da bir ülkenin geleceğinden çok, tüm kıtanın geleceği üzerine konuşmak hem kıtayı daha iyi anlamayı sağlayacak hem de daha anlamlı olacaktır.

Yukarıda belirtilen sosyal etkenlerin daha anlamlı hale getirmek için karşılaştırmalı bir okuma yapmak gerekir. İşin özü itibariyle Latin Amerika’nın Ortadoğu ile uluslararası siyasette konum itibariyle aslında benzer bir kaderi paylaştığını söylemek yanlış olmaz. Her iki taraftaki sömürgecilik sonrası bağımsızlık hareketleri, fikirsel olarak 19. yy ile 20. yy’ın başlarında olgunlaşmış, siyasî olarak ise kendisini ve etkinliğini İkinci Dünya Savası sonrasında göstermiştir. Soğuk Savaş döneminde her iki bölgede de bir Amerikan/Batı karşıtlığı en üst düzeydedir. Fakat ideolojik duruşları iki farklı ideoloji olarak kendisini göstermiştir. Latin Amerika’da sol hareketler, İslam dünyasında ise İslamî hareketler, Batı karşıtı alternatif siyasî duruşların temsilcisi ve sözcüsü olmuştur. Soğuk Savaş’ın bitmesi sonucunda ise 1990’lardan bugüne gelinceye kadar Latin Amerika’da birçok sol parti/grup iktidara gelmiş olup bunlardan Venezuela gibi ilk iktidara gelenler anti-Amerikancı bir söylem ve 1980’lerin anlayışı üzerine kurdukları sert ve radikal bir siyasî tavır takınmaktadırlar. Aynı şekilde İslam dünyasında 1990’larda iktidara gelen ilk İslamî siyasî partiler duruş itibariyle ‘radikal’ olarak değerlendirilmiş ve uluslararası sistemden dışlanmıştır.

2000 yılı sonrasında hem Latin Amerika’da hem de İslam dünyasında yeni bir siyasî rüzgâr esmektedir. Latin Amerika’da yukarıda bahsedildiği gibi Brezilya Devlet Başkanı Lula’nın önderlik ettiği ve kendi iç dinamiklerinden ayrılmadan fakat aynı zamanda Batı’yla da sürekli çatışma içinde olmayan pragmatik yeni bir siyasî alternatif proje yürürlükte olup, başarılı bir grafik çizmektedir. ‘Ortanın solu’ denilebilecek bu siyasî duruş, bugün itibariyle Latin Amerika’da en başarılı ekonomik ve siyasî proje olup diğer birçok devlet tarafından çeşitli vesilelerle taklit edilmekte ve örnek alınmaktadır. Aynı şeyleri, ‘ortanın sağı’ kavramı üzerinden Türkiye’nin AK Parti ile birlikte İslam dünyası adına oluşturduğu siyasî duruş ve söylem üzerinde de görmek mümkündür. Dolayısıyla Türkiye ve Brezilya’nın kendi bölgelerindeki kaderleri birbirine benzemektedir. Yukarıda özetlenen benzer tarihi tecrübelerden yararlanma adına Latin Amerika, İslam dünyasından, İslam dünyası ise Latin Amerika’dan faydalanmalı ve karşılıklı bilgi artışı ile ortak tecrübeler üzerinde Batı dışı alternatif bir dünya perspektifi geliştirmenin ‘tarihsel tecrübe’ zemininde önemli işbirliği yapılabilmelidir.

Kıtayı bu temel düşünce akımları çerçevesinden okuyunca ancak Hugo Chavez’in siyasi anlamı ve uzun vadedeki etkisi tartışılabilir. Yaklaşık 14 yıllık iktidarı boyunca Chavez’in mirasını anlamlandırmak için en az üç ana dönemden bahsetmek gerekir. Chavez 1999 yılında iktidara geldikten sonra daha çok iç siyasete yoğunlaşarak meşruiyetini artırmak istemişti, fakat iç siyasette yaptığı ekonomik hamleler ister istemez bazı kesimleri rahatsız etmiş ve bunun sonucunda Nisan 2002’de Amerika’nın da örtülü dâhil olduğu bir askeri darbe teşebbüsü olmuştu. Her ne kadar Chavez bu darbeyi önlemiş ve iktidarını geri almışsa da bu olay ana politikalarında ciddi değişikliklere yol açmıştı. Asıl mücadelenin ülkesel ya da bölgesel değil küresel olduğunu bu darbeyle net bir şekilde anlayan Chavez, 2002-2009 arasında özellikle Amerikan karşıtlığının sözcülüğünü yapmış ve İran ve Libya gibi Amerikan düşmanı olarak addedilen ülkelerle çok yakın ilişkiye girmişti.

SOSYALİZM Mİ KAPİTALİZM Mİ?

Aynı dönemde Chavez özellikle Latin Amerika kıtasında Ekvator ve Bolivya’da kendisine yakın liderlerin iktidara gelmesiyle kıtada ‘yeni sol’ denilen akımın öncüsü olarak adlandırılmıştır. Aslında Chavez’in göreceli olarak başarılı olduğu bu dönemde özellikle hem yaptığı işleri doğru bir söylemle anlatamaması hem de temel sorunlara çözüm bulmadaki yetersizliği ciddi bir zayıflık olarak kalmış ve etkisini azaltmıştır. Aynı dönemde Latin Amerika kıtasına yeniden açılan ve belki de tarihinde ilk defa kıtaya yönelik ciddi ve samimi bir ilgi duyan Lula liderliğindeki Brezilya, Batı’yla ilişkilerini ideolojik düzlemden çıkartarak karşılıklı kazanç ilkesi çerçevesine oturtmuştur. Lula’nın bu politikayı başarılı bir şekilde uygulaması Brezilya’nın ekonomik kalkınmasına ve etkinliğinin artmasına yol açmıştır. İşte Brezilya’nın bu başarısı aynı zamanda hem kıtada hem de kıta dışında Chavez’in söylem ve aksiyonlarının bir nevi panzehiri olmuştur. Ekvator ve Brezilya gibi Chavez’e çok yakın görünen ülkeler bile yavaş yavaş Brezilya modeline yönelmeye başlamışlardır. Bu durum özellikle Chavez’in politikalarının ihraç edilebilirliğini büyük oranda sonlandırmıştır. Bu gelişmeler dolayısıyla Chavez’in 2009 sonrası başkanlığı tüm popülerliğine rağmen ‘fikirsel’ etkisinin göreceli olarak azaldığı bir dönem yanında Chavez fenomenine yönelik algının normalleşmesini sağlamıştır. Chavez artık kıtada her konuşması ses getiren birisi olmaktan çıkmış ve özellikle sağlık sorunlarıyla uğraşan bir lider konumuna gelmiştir. İşte belki de bu normalleşme sonrası Chavez’in ölümü beklenilenin çok daha altında bir sansasyon yaratacak ve abartılmayacaktır. Bu durum ayrıca onun mirasının daha sağlıklı tartışılmasının önünü de açabilir.

Chavez sonrasında şimdilik Devlet Başkanı yardımcısı olan Nicolás Maduro devlet idaresini eline almış durumdadır. Ülkedeki kilit aktörlerden olan ordu da bir açıklama yaparak Maduro’ya sadakatini açıklamış olup, orta vadede Chavez’in manevi mirası dolayısıyla bir süre daha Chavez’in partisi ve arkadaşları ülkede etkin olmaya devam edecektir. Her zaman Chavez’in gölgesinde kalmış olan muhalefetin bir ay içince yapılacak olan seçimde izleyeceği siyaset ve Chavez’in Birleşik Sosyalist Partisi içinde yaşanabilecek muhtemel iç siyasi kavgalar ülkedeki siyasetin geleceğini belirleyecektir. Fakat genel anlamda kısa dönemde ne muhalefetin ciddi bir alternatif oluşturması ne de Birleşik Sosyalist Partisi içinde çok ciddi bir çekişme beklenmelidir.

Star Açık Görüş, (9.03.2013)

Etiketler: