AK Parti Devrimci Bir Parti mi?

AK Parti, Cumhuriyetçi elitlerin kapattığı siyaset alanını yeniden açmış ve genişletmiş, ülkenin toplumsal düzenini demokratik çizgiye çekmiştir.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 21 Mayıs’ta düzenlenen olağanüstü kongre ile yeniden AK Parti Genel Başkanı oldu. 30 Mayıs’ta TBMM’de genel başkan sıfatıyla AK Parti’nin grup toplantısında milletvekillerine seslendi. Bu, Türkiye siyasi tarihi açısından devrim niteliğinde bir gelişmedir. İlk defa bir Cumhurbaşkanı “partili” sıfatıyla resmi olarak hareket etmiştir. Böylece 16 Nisan halk oylamasıyla kabul edilen yönetim sisteminin ilk somut uygulamasını görmüş olduk. Şüphesiz önümüzdeki süreç, yeni sistemin norm ve uygulamalarının işleme konmasıyla peyderpey konsolide olacağı bir süreç olacak.

Süreç böyle devam ederse Kasım 2019’da yapılacak Cumhurbaşkanlığı ve Parlamento seçimleri öncesinde yeni yönetim sisteminin siyasi aktörler ve kamuoyu tarafından büyük oranda içselleştirildiği bir noktada olabiliriz. Gerçekten de Mart 2019’daki yerel seçimler de dahil bu döneme kadar siyasi mücadelenin odağında yeni sistemi konsolide etmek isteyen “evet” bloku aktörleriyle yeni sistemin normalleşmesini sabote etmeye odaklanan “hayır” bloku aktörlerinin çatışması yer alacak. Muhalefetin hemen 16 Nisan akşamı başlayan, halk oylamasının meşruiyetini sorgulatma hamlesi bu mücadelenin ilk safhasını oluşturdu. Muhalefet bu safhada yeterli toplumsal ve uluslararası desteği arkasına alamadığından amacına ulaşamadı.

Bundan sonraki süreçte ise partili cumhurbaşkanının tarafsızlığı ve kanunlarla özel koruma altına alınmış olması gibi meselelerin sorgulanacağını beklemek gerekir. Keza şimdiden muhalif medyada bu yönde bir hareketlenme olduğu gözleniyor. Cumhurbaşkanının partisiyle bağını yeniden kurmasının ardından artık çatışan siyasi ve toplumsal taraflardan biri haline geldiği, yani bu çatışmaların üstünde konumlanan siyaset- üstü bir aktör olma ayrıcalığını kaybettiği ileri sürülüyor. Buradan da cumhurbaşkanının çok daha sert bir şekilde eleştirilerek yıpratılabileceği imaları yapılıyor.

Bilindiği üzere cumhurbaşkanlığı makamı bir “sahte krallık” makamıdır. Modern öncesi toplumsal düzende kral, toplumsal grupların -ki bunlar soylular ve köylülerdi- üstünde ve ötesinde evrensel bir konumda bulunurdu. Bu hakkı, dünyevi ve uhrevi âlemler arasında arabuluculuk görevi üstlenmesinden alırdı. Otoritesini hakikatle kurduğu ilişki üzerinden sabitler ve sorgulanmaz kılardı. Kralın evrensel otorite olma durumu, toplumsal ayrışmaları yatıştırarak toplumun bir bütün olarak varlığını sürdürmesini sağlardı.

Modern demokratik siyaset bir devrim yaparak kralı ortadan kaldırdı. Siyaset sekülerleşti. Ancak kralın ortadan kalkması, toplumsal ayrışmaların ötesinde evrensel bir iktidar konumunun bulunması durumunu ortadan kaldırmadı. Sadece iktidar konumunun içi sabitelerden kurtarılarak boşaltılmış oldu. Egemenliğin millete verilmesi tam olarak bu anlama gelmektedir. Artık iktidar millettedir ancak millet adına kim konuşacaktır?

Şurası çok açık, demokrasi bir rejim olmaktan ziyade, bu belirsizlik halinin hükümferma olduğu bir toplumsal düzendir. Lakin demokrasiye has bu belirsizlik durumu toplumun dağılması sorununa yol açmıştır. Herhangi bir sabitenin olmadığı durumda toplumun bütünlüğü nasıl sağlanacaktır? Bunun üzerine Fransa gibi kralını “öldüren” (1789) toplumlar, siyaset-üstü olduğu kabul edilen cumhurbaşkanlığı makamını icat etmişlerdir. Kralın işlevine ve gücüne sahip olmayan ama onun boşluğunu “mış gibi yaparak” dolduran sembolik bir aktör olmuştur cumhurbaşkanı.

Ancak bu ne ölçüde mümkün olabilir? Cumhurbaşkanlığı makamı en başından itibaren çelişkilerle dolu bir makam olagelmiştir. Topluma bir sabite sunarak toplumsal bütünlüğü sağlayacak cumhurbaşkanlığı makamı ne kadar sembolik yani içeriksiz bir konum olabilir? Tersten ifade edecek olursak herhangi bir ideolojik renge boyanmamış ve içerikten yoksun sembolik bir siyasi aktör topluma bir bütünlük sunabilir mi?

1922’de saltanatın kaldırılmasıyla oluşan belirsizlik durumu ve bunun yol açtığı toplumsal dağılma endişesi Türkiye’de toplumsal düzenin totaliter bir sisteme evrilmesiyle sonuçlanmıştır. Cumhuriyet’in ilanı en başta sultanı ortadan kaldırıp devleti toplum düzeyine indirse de, hemen ardından Cumhuriyet elitleri devleti yeniden toplumun üstüne çekmiş, kendilerini devletle özdeşleştirerek toplumun üstünde mutlak bir iktidar alanı yaratmışlardır. Daha da ötesi devleti ele geçiren Cumhuriyetçi elit toplumsal ayrışma sorununu kökten çözmek için geniş kapsamlı bir toplum mühendisliğine soyunmuştur. Hesap, toplum homojenleştirilirse cumhurbaşkanının demokratik açıdan gayri-meşru olması da ortadan kalkar şeklindeydi. Ne yazık ki Cumhuriyet’in demokrasi hamlesi -ironik bir şekilde- çok daha katı ve kapalı bir toplumsal düzenin ortaya çıkışına şahit olmuştur.

16 NİSAN’IN ÖNEMİ

16 Nisan bu çelişkiyi ortadan kaldıran devrim niteliğinde bir adımdır. 16 Nisan Cumhurbaşkanlığının demokratik prosedürlere kapalı “sahte” tarafsızlığına bir son vermiş, bunun yerine demokratik prosedürlerle üretilen “gerçek anlamda” tarafsız bir Cumhurbaşkanlığı tesis etmiştir (Bu adım Fransa’da 1958’de atılmıştır). Evet, Cumhurbaşkanlığı koltuğunda artık “partili” bir cumhurbaşkanının oturacak olması dolayısıyla bu makam “aleni” olarak belli bir ideolojik içeriğe sahip olacaktır. Ancak bu içerik milletin egemenlik hakkını kullanmasıyla, millet iradesiyle belirlenecek olması dolayısıyla demokratik açıdan tarafsızlık anlamı taşımaktadır. Yine evrensel bir konum olarak iktidar, geçici bir süreliğine tikel bir içerikle donatılmaktadır. Bir sonraki seçimde başka bir içeriğin bu makamı doldurabilmesinin yolu açıktır. Bu makamın Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olduğu 2007 öncesinde olduğu gibi tek bir içerikle -laik ve milliyetçi- sabitlenmesi ve vesayet odağı haline gelmesi söz konusu değildir.

Tam da bu noktada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın AK Parti grup toplantısında partisinin kurucu ilkelerinden bahsederken AK Parti’nin Cumhuriyetçi, demokratik ve devrimci bir parti olduğunu vurgulaması anlam kazanmaktadır. AK Parti, Cumhuriyetçi elitlerin kapattığı siyaset alanını yeniden açmış ve genişletmiş, ülkenin toplumsal düzenini demokratik çizgiye çekmiştir. Aynı zamanda “yerli ve milli” siyasette somutluk kazanan muhafazakârlık, milliyetçilik, özgürlükçülük ve kuşatıcılık gibi ilkelerle de iktidarının rengini ortaya koymaktadır. Siyaset alanının açık kalması kuralına riayet etmek kadar, belli bir toplum (demos) ortaya koymak da demokrasinin olmazsa olmaz şartıdır. AK Parti demokratik toplumsal düzenin bu iki temel ve paradoksal kuralını en iyi şekilde sahiplendiği için on beş yıllık süreçte “hâkim parti” haline gelmiştir. Elbette bu durumun sürmesi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşmasında dikkat çektiği bir başka hususu, “partide bir metal yorgunluğu” olduğu uyarısıyla işaretini verdiği kadro değişimini bir an önce hayata geçirmesine bağlıdır.

[Sabah Perspektif, 3 Haziran 2017]

Etiketler: