ABD’nin Ortadoğu Politikasının Açmazları

Hem Clinton hem de Trump DAEŞ’i bitirme vaadiyle kampanya yapıyor ancak her ikisi de Amerikan askerlerinin sahaya inmeyeceği vaadini de yineliyor.

Kasım ayında yapılacak Amerikan başkanlık seçimleri birçok yönüyle şimdiden tarihe geçti. 2008’de ilk siyahi başkanını seçen Amerikan halkı, şu sıralar siyasi geçmişi olmayan bir işadamı ile ilk kadın başkan adayı profilleri arasında bir seçim yapacak. Bu sembolik ilklerin ötesinde, bir yılı aşkın süredir devam eden önseçim süreci ve başkanlık yarışında yaşananlar Amerikan siyasetinin ne kadar kutuplaştığına ve dar bir alana sıkıştığına da işaret ediyor. Clinton gibi merkezi temsil eden bir adayın Sanders destekçisi sol-liberal tabanı memnun etmeye çalışması ve Trump’ın muhafazakar adayları adeta hallaç pamuğu gibi atması Amerikan siyasetinin tıkanmışlığının işareti aslında. Kasım seçimleri sonrasında yeni başkanın bu tıkanmışlığa ve mikro gündemlerin siyaseti kilitlemesine bir çözüm bulması gerekecek. Aksi takdirde üçüncü bir partinin kurulmasından siyasetin aşırı uçlara kaymasına kadar birçok senaryo mümkün hale gelebilir.

EKONOMİK TEDİRGİNLİK

Başkan olur olmaz 1930’lardan beri yaşanan en büyük ekonomik krizi kucağında bulan Obama, taraftarlarına bakılırsa ülkeyi uçurumun eşiğinden kurtarmıştı. Karşıtları ise Obama’yı ekonominin düzelmesindeki yavaşlıktan ve sağlık reformunu önceleyerek ekonomiye ekstra yük getirmekten sorumlu tutuyorlar. Mevcut başkan adaylarının ekonomiyi nasıl daha dinamik hale getirecekleri konusunda ise ciddi bir belirsizlik var. Clinton’ın ekonomi planı orta sınıfın güçlendirilmesi üzerinden Trump’ın planı ise vergilerin azaltılmasıyla ekonomiyi canlandırmayı öneriyor. Ana hatlarıyla her iki partinin genel yaklaşımını temsil eden bu planların başarı garantisi yok elbette. 1990’larda internet sayesinde ekonominin ölçeğinin çok çabuk büyümesi ve 2000’lerde inşaat sektörünün motor görevi görmesi Amerikan ekonomisini güçlü kılmıştı. Ekonominin benzer bir teknolojik atılım yapacağının garantisi yok. Bush yıllarında olduğu gibi ucuz kredilerin sorumsuzca dağıtılarak ev sahibi olmanın özendirilmesi de mümkün olmayacak.

Bu gerçeklerin farkında olan Clinton ve Trump da çalışan kesimlere ve orta sınıfa hitap ederek oy almaya çalışıyor. Clinton sendikaların desteğini almak için daha önce desteklediği uluslararası ticaret anlaşmalarına şüpheci bir söylem benimsiyor. Trump ise popülist bir söylemle imalathanelerin ve fabrikaların Çin ve Meksika gibi ülkelere gitmesinden Amerika’nın aleyhine bulduğu ticaret anlaşmalarını sorumlu tutuyor ve daha korumacı politikalar öneriyor. Ancak her iki adayın da güvenirlik oranı o kadar düşük ki halk ne Clinton’ın gerçekten çalışanların çıkarına politikalar izleyeceğine ne de Trump’ın orta sınıfı önceleyeceğine ikna olmuş durumda.

2008-2009 finans krizinin yaralarının hala sarılamadığı ve ekonominin güven vermediği bir dönemde, başkan adaylarının ya yeterince cesur olmayan ya da gerçekçilikten uzak planları halkı tatmin etmiyor. Yeni başkan kim olursa olsun, Trump’ın halkın ekonomik tedirginliklerini lehine kullanmaya çalışırken hedefe koyduğu dini ve etnik azınlık gruplarına oluşan tepkiyi nasıl yöneteceği Amerikan siyasi sisteminin en önemli sorunlarından biri olarak öne çıkıyor.

SAVAŞ YORGUNLUĞU

Bush yıllarının getirdiği savaş yorgunluğu ve karşıtlığı psikolojisiyle değişim için harekete geçen kitlelerin enerjisi Obama’nın başkan seçilmesinin ana sebebi olmuştu. Irak işgalinin maddi ve manevi sonuçlarının getirdiği bezginlik ve Amerika’nın Ortadoğu ‘bataklığına’ sağlandığı duygusu Amerikan halkını yeni bir arayışa itmişti. Bu arayışı iyi kavrayan Obama ve kampanyası, Clinton’ı ön seçimlerde eski düzenin temsilcisi olmak ve Irak işgaline oy vermek üzerinden mahkum etmeyi başarmıştı. Ülke çapında gençleri yanına alarak eşi görülmemiş bir siyasi mobilizasyon yaratan Obama kampanyası savaş karşıtı ancak değişim vadeden pozitif gündemiyle öne çıkmıştı.

İki dönem başkanlığı sonunda vadettiği düzeyde bir değişim sağlayamasa da başkanı Amerika’yı geniş kapsamlı yeni bir savaşa sokmadığı için alkışlayanlar epeyce fazla. Trump’ın da dahil olduğu muhalifleri ise el-Kaide’nin evirilerek DAEŞ’in bu kadar fazla ülkeye yayılmasından Obama yönetimini sorumlu tutuyor. Savaş karşıtlığına rağmen ulusal güvenlik konusunda güçlü görünmek zorunda olan Obama, konvansiyonel olmayan anti-terör metotlarını geniş bir biçimde kullanarak ulusal güvenlik konusundaki eleştirileri boşa çıkarmayı başardı. Özellikle Bin Ladin’in bertaraf edilmesi ‘savaştan uzak duran ancak terörle mücadelede korkusuz başkan’ imajını perçinledi. Bush’un demokrasi yayma ajandasından vazgeçen ve terörle mücadeleyi Amerika için varoluşsal bir ana gündem maddesi olmaktan çıkarmaya çalışan Obama, Irak’tan çekilmeyi ve Afganistan’da asker sayısını azaltmasını da başarı olarak görüyor. Suriye politikasına da bu perspektiften yaklaştığı için başarıları arasında sayıyor.

Obama nasıl 2008’de anti-Bush bir platformla başkanlığı kazandıysa, Trump da 2016’da anti-Obama platformun üzerinde yükselmeye çalışıyor. İşin ilginç tarafı Trump başkanlık yarışının başından beri hararetle Irak işgaline karşı olduğunu savunup Amerikan halkının savaş bıkkını hissiyatından faydalanmaya çalışıyor. Trump, Obama’nın 2008’de yaptığı gibi, Clinton’ın işgali mümkün kılan ve Bush yönetimine güç kullanma hakkını veren tasarıya oy vermiş olmasını kendi lehine kullanmaya çalışıyor. Amerikan halkının Bush yıllarının müdahaleci tavrından ne kadar uzak durmak istediğini North Carolina ön seçimlerinde bir kez daha gördük. George W. Bush’un kalesi sayılan eyalette Trump, Bush’u eleştirerek kardeşi Jeb Bush’u açık arayla yenmeyi başardı. Irak işgalinin tam bir fiyasko olduğu tezi o kadar güçlü ki her iki adayın da Amerika’nın müdahaleci olmayacağı yönünde sözler verdiğini görüyoruz.

ORTADOĞU POLİTİKASI

Ortadoğu’dan çıkma vaadiyle iktidara gelen Obama döneminde Amerikan halkının önemli bir çoğunluğu artık Ortadoğu’nun adeta ‘iflah olmaz’ bir coğrafya olduğu tezini kanıksamış durumda. Hem Clinton hem de Trump DAEŞ’i bitirme vaadiyle kampanya yapıyor ancak her ikisi de Amerikan askerlerinin sahaya inmeyeceği vaadini de yineliyor. Yeni başkan DAEŞ’le mücadelede kapsamlı bir strateji oluşturup meseleyi gerçek anlamda uluslararası işbirliği çerçevesine oturttuğu oranda başarılı olacaktır. Bu noktada genel Ortadoğu politikasını DAEŞ’le mücadeleye indirgeyen Obama yönetiminden bir kopuş gerekecek. Amerikan kamuoyunun tavrı hatırlandığında, yeni başkanın yeni bir Ortadoğu politikası önerisi sunmasını beklemek pek gerçekçi olmasa gerek. Ancak Suriye politikasının değişmesi ve nispeten de olsa bir başarı kazanması, genel Ortadoğu politikasının değişmesine zemin hazırlayabilir.

Başkan olduğu takdirde, Clinton Suriye konusunda Obama’dan daha aktif bir politika izleyecektir ancak bunun iç savaşı bitirmeye yetip yetmeyeceği merak konusu. Clinton’ın daha müdahaleci bir dış politika tercihi bilinse de bunun Obama döneminde olduğu gibi yerel aktörlerin güçlendirilmesi üzerinden gerçekleşmesi kuvvetle muhtemel. Clinton’ın şimdiden ‘Kürtleri silahlandırmaktan’ bahsetmesi bunun işareti aslında. Uçuşa yasak bölge veya güvenli bölgeye sıcak baktığı bilinen Clinton’ın bunu BMGK’ya taşıyıp taşımayacağı ve Rusya’yla nereye kadar bir pazarlık yapmaya hazır olacağı önemli olacak. Clinton’ın iyi tanıdığı Türkiye’yle ne kadar yakın çalışıp çalışmayacağı da sürecin önemli dinamiklerinden biri olacak.

Trump başkan olduğu takdirde Amerika’nın Ortadoğu politikasının ilginç bir hal alacağını söylemek mümkün. Bir yandan DAEŞ’le daha sert bir kinetik mücadeleye girilmesi bir yandan da Amerika’nın bölgeden daha keskin bir şekilde çıkmaya çalışması şeklinde bir çelişki doğabilir. Bu çelişki sonucunda oluşacak Ortadoğu politikası da belki de Obama 2.0 olarak adlandırılacaktır. Amerika Trump başkanlığında genel olarak izolasyonist bir politika benimserse bölgeden çekilmesi kalıcı hale gelebilir ve bölgesel güçler de bölgesel nüfuz ve liderlik için daha çetin bir mücadeleye girebilir. Öte yandan DAEŞ’le mücadeleyi sonlandırma adına doğrudan askeri müdahaleye yönelecek bir Trump yönetimi kendini yeni bir savaşın içerisinde bulabilir. Amerikan halkının bölgede daha fazla maddi ve manevi bedel ödemeye iştahı olmadığı hatırlandığında böyle bir senaryoda Amerika’nın siyasi kutuplaşmasının daha da derinleşerek kalıcı hale gelmesi söz konusu olabilir.

Amerikan halkının git gide derinleşen ekonomik kaygıları, savaştan bezginliği ve Ortadoğu ‘bataklığına’ girmek istememesi yeni başkanın dış politikasını belirlemekte göz ardı edemeyeceği dinamikler olarak öne çıkacaktır. Bu dinamikleri görmezden gelen bir dış politika da Amerikan siyasetinin sıkışmışlığını daha da kırılgan ve çatışmacı bir hale getirecektir. Amerikan tarihinin en az güvenirliği olan iki başkan adayı arasında seçim yapmak durumunda olan ve sisteme inancını yitirmeye başlayan Amerikan halkı için siyasi kutuplaşmasının kalıcı hale gelmesi en temel sorunlardan birini teşkil ediyor.

[Star Açık Görüş, 2 Ekim 2016]

Etiketler: